Bugünlerde Netflix’te yayınlanan ‘’Squid Game’’ isimli Güney Kore dizisi bir hayli popüler. Gerek sıra dışı, akıcı, gerilimi yüksek temposu, müzikleri ve gerekse sosyolojik ve psikolojik tespitleri fazlasıyla potansiyel barındıran tarafı ile vurucu ve düşündürücü bir dizi gerçekten. Para sıkıntısı çeken, borca batan ve para için her şeyi yapabilecek hale gelmiş veya getirilmiş yüzlerce insanın gizemli bir oyun daveti almasıyla ve her bir oyunda kaybedenin hayata veda ettiği kazanana ise her kaybedenle birlikte daha da artan inanılmaz bir kazanç vaat edilen adrenalin dolu oyun seti ıssız bir adada başlar. Altı gün boyunca Güney Kore çocuklarının oynadığı geleneksel, basit ama sonuçta ölümcül altı oyun oynarlar. Oyunlar boyunca insanların sürekli değişen duygu durumları ve 180 derece dönüp değişen ilişki trafiği ile de izleyiciye ekran başında farklı duygular yaşatır. Yan yana olanların şartlara göre karşı karşıya geldiği herkesin birbirinin kurdu olduğu insanın tabiatının önü açıldığı amansız bir oyundur oynatılan.
Fransız düşünür Montaigne'nin ifade ettiği "Her insanda insanlığın bütün halleri vardır" tezi adeta bu dizide tabiatıyla buluşur. Bir tarafta paraya ulaşan insanlar (pembe renkliler) diğer tarafta paraya ulaşmak için birbirini yok eden insanlar (yeşil renkli) yani kurbanların yaşadıkları ve tercihleri ile insanlara insanlığını sorgulatır. Dizi tamamen çocukların dünyasından yola çıkılarak inşa edilmiş renkli bir dünya gibi görünüyor olsa da sonrasında yaratılan imhacı rekabetle nasıl siyah-beyaz renklere bürünüp, adrenalin dolu, kanlı bir dünyaya dönüşebildiği izlenir hep birlikte. Dizi dünya sinemasındaki klişelerin bir hayli dışına çıkarak insanın hamuruna yani vahşi tarafına da ayna tutan güçlü bir kurgu.
Dizi bir anlamda karakterlere flash-back’ler ile derinlemesine girmese de kapitalizm eleştirisine derinlemesine girer. İnsanların hayatta kalabilmek için değer pusulalarının bozulması ve değer hiyerarşilerinin çökmesi ile ortaya çıkan karanlık gölgelerine insanın tabiatına ayna tutar. Ortaya çıkan manzara her şeyi yaptığı için anlam boşluğu yaşayan güçlüler ve zenginler tarafından ilgi ile izlenip üzerine bahisler oynanır.
Dizi ekrandaki seyirciye de ‘’para her şeyi satın alabilir mi?’’, ‘’insan zorda kaldığında içinden bir canavar çıkarabilir mi?’’ sorularının cevabını sorgulatırken finalde de ‘’insanı insan kılan ahlaki ve vicdani değerlerden soyunarak elde edilen maddi kazanımların da insana kalan ömründe ne kadar huzur ve doyum getirir?’’ sorusu ile tamamlanarak bir sonraki sezon için alt yapı hazırlayarak son buluyor.
Gelelim bu oyunları hayattaki karşılıklarına yani gerçek dünyaya!
Tabiat ile toplum farkına!
Şartlar değişince tercihlerimiz de değişir mi?
Hayata kalmak için başka insanları yemekte mahsur görmeyebilir miyiz?
Dizide en başta kurbanların sosyal medya hesaplarındaki gibi gülümseyen resimleri alınıyor sonrasında ise gerçek dünyada beyaz yakalılara plazalarda mavi yakalılarda fabrikalarda bin bir çeşit sıkıntılı kazan-kaybet odaklı oyunlar oynatılmıyor mu? Gülen resme değil gerçek hayatta da büyük resme bakmanın belirleyici olduğu ortaya çıkmıyor mu?
Dizide kırmızı dur-yeşil geç oyunundaki robot kız belki de otoriteyi temsil ediyor. Onunla uyumlu olduğunuzda ilerliyor aksi halde oyun dışı bırakılmıyor musunuz?
Dizide her ölen kişi başına ödül daha da artıyor, pasta büyüyordu. Daha büyük bir koltuğa ulaşmak için insanlar ahlaki, vicdani yani insani değerlerine ters dönerek diğerlerini koltuğundan etmeye çalışmıyor mu?
Dizideki gibi yok edici ve kanlı bir şiddet ortamı söz konusu olmasa da bazen insanlık suçu olarak tanımlanan mobbing iş hayatında en üst boyutuna taşınıp kurbanı ya istifa ettirip ya da hizmet akdi fesh edilecek şekilde çıkışı olmayan bir yola getirene kadar psikolojik şiddete devam edilmiyor mu?
Kariyer piramiti yukarıya doğru daralınca ışığı düşük yetersiz olanlar eksilmemek için çeteleşip ışığı parlak olanları eksiltmiyor mu?
Bu oyun-gerçek, tabiat-toplum karşılaştırması konusu daha da uzatılabilir…
Amerikalı psikolog Walter Mischell’in dediği gibi belki de kişilik yoktur. Kimle olduğunuza, nerede olduğunuza ve amacınıza göre her şey değişebilir.
Buraya kadar bir dizinin düşündürdüğü kötümser bakış açısından bahsettik.
Satırların yazarı olarak naçizane dünyaya baktığımda ben de kötümserim insanlara baktığım zaman da iyimser. Çünkü neyi beslerseniz onu büyütüyorsunuz, neyi çekerseniz onu dışarı çekiyorsunuz.
İnsanın amacının ne olduğu, hayatta neyi aradığı felsefenin zaten en çok tartışılan meselelerinden biridir. Spinoza felsefesi açısından bunun oldukça yalın bir cevabı vardır. ‘’kendi varlığını sürdürmek’’ Dolayısıyla insan, tabiatın kendisine bahşettiği varlığı devam ettirme gücü ile hareket eder ve kendine faydalı olanı arar. İnsanın kendine faydalı olanı araması insana dair ahlaki bir ilke değil, insana dair bir tabiat yasası bir hakikattir. Faydalı olan insan tabiatı ile uyumlu olandır. İnsanın mutluluğu kendini koruyabilmesinden ibarettir.
Hep bize danışanların yakındığı yöneticiler ve sisteme de bu şekilde yanaşmak gerekir. ‘’Kimse size karşı değildir. Herkes kendisinden yanadır.’’ Dolayısıyla herkes kendisine faydalı olana ‘’iyi’’ ve zararlı olana ‘’kötü’’ der. Her insan birbirinden farklı kalıtsal özelliklerle doğar. Farklı seçimler yapar. Her insan farklı ve eşsizdir. Bu sebeple kendi bünyelerine göre ihtiyaçları farklı olduğu için her insana yararlı veya zararlı olan şeylerde farklı olur. Birine yararlı olan diğerine zararlı olabilir, dolayısıyla birisi için ‘iyi’ olan diğeri için ‘kötü’ olur.
Tabiat ortamında anlaşma, kural, yasak ve günah yoktur; sadece güç vardır. Yani tabiat ortamında ‘’büyük balık küçük balığı yutar’’, ‘’insan insanın kurdudur’’ ilkesi geçerlidir. Neticede tabiat ortamında insan aklı ve duygularıyla kendine yararlı olanı arar ve bu arayışta gücü dâhilinde olan her şey hakkıdır. Ancak tabiat, hiç biri insana doğada tek başına güvenli, kendi ihtiyaçlarını karşılayacak bir güç bahşetmemiştir. Doğada bir şeyi nasıl kazanırsanız o şekilde kaybedersiniz.
Tabiatta insan insanın kurdudur ilkesi toplumsal yaşamda farkındalık dolu bir bakış açısıyla ‘’insan insanın yurdudur ’’ şekline dönüşebilir. Toplumsal yaşamın temel ilkesi karşılıklı yardımlaşma ve işbirliğidir. Hepimiz görünmez bağlarla saf bir form olarak birbirimize bağlıyız. İnsanın toplumsal yaşama geçmesi de kendi yararı ile ilgilidir. Zira toplumsal yaşamda güvenlik içinde yaşayacak, kendi başına yapmayacağı şeyleri başkaları ile birlikte yapabilme imkânı bulacaktır. Dolayısıyla insanın kendi yararı için geçtiği toplumsal yaşamda artık “ortak yarar’’ kavramından söz edilir. Toplumsal yaşamda herkesin, hep birlikte, hepsinin ortak yararına hizmet edecek olanı araması, herkesin yararına olanıdır. Sartre'ın "Cehennem başkalarıdır" sözü belki de Adler'in "Cennet başkalarıdır" yorumuna dönüşebilir. Bu seviyeye ulaşmak içinde farkındalık şarttır.
Farkındalıktan doğan şey doğrudur, farkında olmama halinden, bilinçsizlikten doğan şey ise yanlıştır. Zihin bildiğinde buna bilgi deriz. Kalp bildiğinde buna sevgi deriz. Varlık bildiğinde ise buna bilinç/farkındalık deriz.
“Hayatta tek günah bilinçsizlik ve tek erdem ise farkındalıktır’’
Bu yolculuğa nerede ve nasıl başlarsanız başlayın. Hayat enteresan derecede cömert ve hep sizin yanı başınızda ısrarla insanların uyanmasını doğru sistemleri kurup yönetmesini bekliyor. Kendilik bilginiz/özünüz konusunda bir farkındalık yaşamanız halinde hayat her zaman sizi orada kucaklamaya hazır halde duruyor. Kendilik bilgisine/özünüze ulaştığınız anda oyun, yolculuğun kuralları ve hayatın seyri kesinlikle değişiyor. Değişmeyen sadece kurban psikolojisinde kaygı ve atalet içerisinde değişime direnenler. Sistemleri kazan-kaybet üzerine kuranlar. Bilinçsiz ve farkındalıksız olarak yola devam edenler…
Bu tür dizilere bakıp enseyi karartmayın. Umudunuz mavi kadar sonsuz, martı kadar özgür olsun...