Yüksek bir gökdelenin veya bir iş plazasının camından dışarı bakıyorsunuz aşağıdaki meydanda insanlar karıncalar gibi gezinmekteler. Aşağıdaki insanlardan herhangi birini önceden tanıyor olsanız bile fark etme şansınız sıfırdır. Makro açıdan hepsi birbirinin aynı gibidir...
Veya o binlerce kişinin çalıştığı plazalarda 'C level' (üst düzey) bir yönetici iseniz, çalışan insanlarla ilgili bir rapor istiyorsanız, rapor içerisinde kadro sayıları olan kutucuklarda (head account) sayılar gelir ki, o tablolardaki insanlar sizin için sadece bir rakam, istatistik olarak karşınıza çıkabilir. Aralarında fark yoktur. Bu da ayrı bir makro ve analitik bakış açısıdır. Hepsi birbirinin aynı gibidir...
Makro dan mikro bakış açısına geçelim. Hatta mikroskopun altına girelim. İnsanları hücrelerinden ayırt edebilir miyiz? Mümkün değil tabii ki. Hepsi yine birbirinin aynı gibidir...
Mikroda ve makro da insanoğlu aynı.
Peki nasıl bu kadar benzer olup da aynı zamanda bu kadar da eşsiz olabiliyoruz?
Nasıl her birimizin farklı ve özel bir tarihi olabiliyor?
Dünyada yedi milyar insan var yedi milyar da farklı bakış açısı.
Birbirimizin aynı olsaydık ekip halinde zaten çalışamazdık. Ya hepimiz lider olurduk ya da takipçi.
İnsan bu dünyadaki en büyük soru işaretidir.
Sadece sorular değil belki de süreçler bütünüdür.
Hayatınız boyunca bir işe girerken de, bir eş seçerken de, herhangi bir kritik seçim yaparken de cevaplandırmanız gereken iki temel soru vardır.
1 - Ben kimim?
2 - Ne istiyorum?
Doğru cevapları bulursanız hayat denen bu yolculuğun sonunda kendi özgün romanınızı yoksa başkalarının romanını yazıyorsunuz.
Delphie'deki Apollo tapınağında da "kendini tanı" yazar.
Mutluluğun kapısında da "kendi olmayan giremez"
Bizim coğrafyamızda yaşayan çağları aşan önemli karakterlerin de bu konuda benzer kelamları bulunur.
Yunus Emre'ye kulak verirseniz "İlim ilim ilmektir. İlim kendini bilmektir" der.
Hacı Bayram Veli'nin "Sen seni bil sen seni" diye başlar sözleri.
Mevlana "Ne ararsan kendinde ara ama hep ara!" diyerek insanları kendi içlerinde bir yolculuğa davet eder.
Hepsi "kendinizi tanımanızı" ister.
Gerçekten, kendisiyle yüzleşmeden başlamıyor insanlık yolculuğu.
En büyük bilgelik, kendini gerçekçi olarak bilmektir.
Peki gerçek nedir?
Gerçek hakkında eski bir Hint hikayesi vardır. Hintliler gerçeği bir file benzetirler. Hikayeye göre kör insanlardan bir fili tanımlamaları istenir. Sırasıyla dokunmaya başlarlar. Bazıları filin kulağına dokunur ve "fil kocaman bir kulaktır" der. Kimisi filin hortumuna dokunur ve "fil kocaman bir hortumdur" der. Kimisi ise filin sadece kuyruğuna dokunur ve "fil kocaman bir kuyruktur" der. Halbuki bu tanımların hiç biri fili gerçek anlamda tanımlamak için yeterli değildir. Gerçek, filin kendisidir ama insanların sınırlı bakış açıları gerçeğin tamamını algılamaya yeterli değildir. Hayattaki tek gerçek hayatın tamamıyla göreceli olduğudur.
Kendimizi zaman zaman kandırıp gerçekliğin sadece bir yüzüne motive olup kendimizi bunun doğru olduğuna inandırabiliriz. İnsanoğlu subjektif bakış açısının esiridir. İnsanlar gerçeklere göre değil, kendi deneyimlerine göre tepki verirler. Maalesef çoğu zaman bunun farkına da varamazlar.
Hepimiz iki varsayımın kurbanıyız.
1 - Başkaları bizi objektif bir şekilde olduğumuz gibi görür.
2 - Başkaları bizi bizim kendimizi gördüğümüz gibi görür.
Oysa bize dışarıdan bakanlar arasında bile hakkımızda ortak bir görüş birliği yoktur. İnsanların neden bu kadar zor anlaşıldıklarının iki sebebi vardır.
1- Aslında hiç kimse açık bir kitap değildir.
2 - Davranışlarımız her zaman yoruma tabidir.
İstatistiksel olarak bakıldığında, başkalarının bizi nasıl gördüğü ile bizim dışarıya nasıl göründüğümüzü sandığımız halimiz arasında zayıf bir korelasyon vardır. İnsanları algılama biçimimiz hiç rasyonel değildir. İnsanlar ne görmek isterlerse onu görürler. Olumlu isterlerse olumlu, olumsuz isterlerse olumsuz. Pek nötr kalmazlar. Genellikle ilk otuz saniyede karar verirler. İnsanları görüntüsüne, cinsiyetine, etnik kökenine, meslek ve sosyoekonomik durumuna göre kategorize edip etiketleme yaparlar. “Hale etkisi” dediğimiz tek güçlü olumlu özellikten yola çıkarak başka özelliklere sahip olduğuna inanmamızda ve "sahte konsensüs etkisi" dediğimiz başkaları da benim gibi düşünüyor veya hissediyor diye de kendimizi yanıltabiliriz. Bunları yapmamız karşımıza çıkan nesneleri daha kolay idare edebilmemiz ve onlarla daha rahat etkileşime geçmemizi sağlar.
Oysa ki, gördüğünüz şeylere anlam yüklemezseniz onların ne olduğunu anlayabilirsiniz. Anlam yüklediğinizde onları değil kendinizi görürsünüz. Bu aynen sizin için de geçerlidir. Size başkaları anlam yüklenmeden görünür olun! Size bakıp kendilerini görmelerine izin vermeyin!
Peki, dışarıdan bir bakış açısı ile kendimize bu kadar uzakta iken, içeri doğru baktığımızda kendimize ne kadar yakınız?
Bu konuda Can Yücel'in harika bir şiiri vardır.
20 yaşında ben,
35 yaşında ben,
40 yaşında ben ve
bugünkü ben dördümüz.
Birden 20 yaşımı, 35 yaşımın karşısına oturttum.
Yirmi yaşım, otuz beş yaşımı tutucu buldu.
Kırk yaşım ikisinin de salak olduğunu söyledi.
Yatıştırayım dedim.
- Sen karışma moruk - dediler. Büyük hır çıktı.
Komşular alttan üstten duvarlara vurdular.
Yirmi yaşım kırk yaşıma bardak attı.
Evin içine de ettiler.
Bende kabahat.
Ne çağırıyorsun tanımadığın adamları evine...
Can Baba'nın da anlattığı gibi "her insan bir okyanus" adeta.
İnsanlara dışarıdan veya içeriden baktığımızda o kocaman okyanusun sadece bir kaç damlasını görebiliyoruz .
Her insan bir okyanus, kimi kıyılarında fırtına, kimi kıyılarında cennet gibi bir bahar...
Bazen o fırtına içinde kayboluruz. Daha sonra o okyanusun bir cennet köşesinde kulağınızda dalga hışırtıları, sırtınızı ısıtan bir güneş ve kuş sesleri arasında kendimizi bir kıyıya vurmuş buluruz.
Psikolojideki en büyük tartışma konularından biri iç benliğimizde oturmuş, ortaya çıkarılmayı bekleyen bir temel kimliğimiz mi olduğu, yoksa gerçek kimliğimizin zaman içinde mi oluştuğu sorusudur? “Lider doğulur mu olunur mu?” gibi bir tartışmadır bu. Muhtemelen her ikisinden de bir parça taşır. Siyah da değildir, beyaz da...
Genlerimizden kaçamayız. Kimliğimiz kısmen kalıtsaldır, kısmen hayatımızın ilk yıllarındaki deneyimlerimizle şekillenir ama daha fazla olasılığı keşfedinceye dek tam olarak şekillenmez. Sürekli potansiyellerimizi keşfetmeye gün ışığına çıkarmaya çalışmalıyız.
İnsanların belki de kişisel özellikleri yoktur.
Kişisel özellik derken aslında sadece insanların her zaman istikrarlı ve önceden kestirebileceğimiz şekilde belli davranışlar sergileme eğiliminden bahsedebiliriz.
İnsanlar hakkında basit, kesin ve kapsayıcı genellemeler yapmak mümkün değildir.
Bir düşünün bakalım dışa dönük insanlar hep mi dışa dönüktür?
Bir insanın tipik davranışları
- Nerede bulunduğuna
- Kiminle olduğuna
- Ne yapmaya çalıştığına
göre değişebilir.
Düşünün bakalım kaç kuruluşun kapısından süzülmeye çalışırken hangi kıyafetlerle hangi duygu ve düşüncelerle ve hangi amaçlarla oralarda bulundunuz?
Bir davranış bilimcinin ifade ettiği üzere: "Tanrı bütün kolay problemleri fizikçilere sunmuştur. Oysaki insanlar karmaşıktır. İnsanlar birbirinin aynı değildir."
Psikoloji dünyasının en önemli isimlerinden Carl Gustav Jung'un sözü ile satırlarımızı sonlandıralım.
"Ne zamanki yeni bir insanla karşılaşıyorum, davranış bilimlerine dair o güne kadar öğrendiğim her şeyi bir kenara bırakıyorum ve onu tanımaya çalışıyorum."
Evet. Her insan bir okyanustur.
Ne kadar incelersek inceleyelim onlar hep yepyenidir!