Olayların hızına yetişmek kolay değil. Bu nedenle sıcağı sıcağına yapılacak yorumlar eksik, hatalı, ya da kolayca tedavülden çıkacak türden olabilir. İhtiyatlı gitmekte yarar var. Özellikle de ABD tarafının yaptıklarını takip etmeye, azil korkusu iyice başına vurmuş Amerikan Başkanının çelişkilerinden anlam çıkarmaya çalışırken. Trump’ın saçmalama özgürlüğünü Türkiye Cumhurbaşkanı’na üslubu ve içeriği hakaretamiz bir mektup yazmak için kullanmasının yarattığı şok üzerinde ileride daha çok konuşmak gerekecektir gene de.
Türkiye kamuoyunun mektuptan ancak Kongre karşısında çok sıkışan Trump’ın kendisi, siyaseten temize çıkmak ve Ankara’ya yeşil ışık yakmadığını kanıtlamak amacıyla bunu sızdırdığında haberdar olmasındaki gariplik hakkında da ileride herhalde çok şey söylenecektir. Mektuba cevabın harekâtın yapılmasıyla verildiği iddiası kulaklara çok hoş gelse bile gene de sormak gerekecektir ileride bir gün, harekât kararı açıklanırken neden bu mektuptan üzeri kapalı bir şekilde olsa dahi bahsedilmemiş ve şımarık, zırcahil Amerikan Başkanı’na vakar içinde bir cevap verilmemiştir diye.
Dün Amerikan Başkan yardımcısı, Dışişleri Bakanı ve Ulusal Güvenlik Danışmanı Ankara’da Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı'yla buluşarak iki ülke arasındaki derin güven bunalımını aşmaya yönelik uzun bir toplantı yaptılar. Toplantının sonunda ABD tarafının ateşkes diye tanımladığı, Türkiye tarafının ise teröristlerle savaşmayı durdurmanın adı ateşkes olamaz zira onlar meşru değildirler diyerek ateşkes diye tanımlamaktan kaçındığı durumu resmileştiren bir anlaşma imzaladılar. Bu anlaşmaya göre ABD ordusunun terk ettiği ve Türk Silahlı Kuvvetleri'nin kontrol ettiği alandaki PYD/YPG güçleri 32 kilometrelik alanın dışına çıkacaklar.
Böylelikle Türkiye’nin uzun zamandır istediği güvenli bölge kurulmuş olacak, TSK da bunun denetiminin sorumluluğunu üstlenecektir. Beş gün ya da 120 saat sürecek bu çatışmasızlık hâli/ateşkes sona erdiğinde geri çekilme tamamlanmışsa Barış Pınarı Harekâtı da duracaktır. Buna koşut olarak Başkan Trump’ın ilan etmiş olduğu Türkiye’ye yönelik yaptırımlar da tedavülden kalkacaktır. Murat Yetkin’in Yetkin Report bloğunda dikkati çektiği gibi Rusya da bu müzakerelerin üçüncü tarafı gibi bir konumdadır:
“Dün kritik görüşmelerin yapılacağı Amerikan heyetiyle toplantıların hemen öncesinde, Cumhurbaşkanlığında bir Rus heyetiyle Suriye konuşulması rastlantı değildi. Pence’in heyetinde yer alan Suriye Özel Temsilcisi Jim Jeffrey ve Ankara Büyükelçisi David Satterfield sıralarını beklerken, Erdoğan’ın Dış Politika ve Güvenlik Baş Danışmanı İbrahim Kalın, Moskova’dan gelen Özel Temsilci Aleksandr Lavrenty ve Ankara Büyükelçisi Aleksey Erkhov ile bir başka odada Suriye konularını görüşüyordu.”
Yapılan anlaşmanın Amerikan tarafı açısından birinci derecedeki önemi iç politikayla bağlantılıdır. Azil soruşturması nedeniyle dengesini iyice kaybeden ve hezeyanları artan Amerikan Başkanı Suriye’den çekilme kararı nedeniyle üzerine yöneltilen oklardan kurtulmak için böyle bir anlaşmaya ihtiyaç duyuyordu. Kendi partisinin üyeleri dahi Trump’ı IŞİD ile mücadelede en ön saflarda çarpışmış olan Kürtleri “sattığı” için yaylım ateşine tutmuşlardı.
Bunun yanısıra ABD’nin Suriye’deki varlığının temelde İran’ın hegemonyasını engellemeye yönelik olduğu düşünüldüğünde Trump’ın Tahran’ın eline yeni bir koz verdiği de düşünülüyor. Rusya’nın, Orta Doğu bölgesinde ABD’nin yerini hızla dolduruyor olması da siyasi sınıfın ve güvenlik bürokrasisinin hoşuna gitmiyor. Bunların da ötesinde Ukrayna’ya yaptığı baskı nedeniyle dallanıp budaklanan siyasi skandal ve azil sürecinde Başkanı derin bir haysiyetsizlikle korumayı sürdüren Cumhuriyetçiler açısından Suriye ve Kürtler konularında başkanla ters düşüyor görünmek siyasi bir zırh işlevi de görüyor.
Türkiye’nin Barış Pınarı Harekâtı'ndan ne kazandığı kadar neyi kaybettiği veya kaybetmiş olacağı üzerinde de heyecanlar yatıştıktan sonra ciddi şekilde düşünmek ve akıllıca tartışmak gerekecektir. Bu harekât sırasında Suriye Kürtlerinin dünya kamuoyunda büyük bir sempati topladığı, Türkiye’nin terörist örgüt diye tanımladığı PYD/YPG’nin dünya kamuoyunca IŞİD’i yenen örgüt diye tanındığını kabul etmek gerekir. Bu imaj Türkiye’nin harekâtına verilen olumsuz kamuoyu tepkisinin önemli bir sebebidir. Bu bağlamda Türk Silahlı Kuvvetleri'ne destek veren, düzenli ordu disiplininden uzak haydutça davranışlar sergileyen, savaş hukukunu ve insan haklarını çiğneyen, içinde cihadcı unsurlar da bulunduran Suriye Milli Ordusu'nun yaptıkları da harekâtın üzerine gölge düşürmüştür.
Devletler düzeyinde karşılaştığı husumetin ve Katar, Somali, Libya dışında uluslararası sistem içinden bir destek bulamamasının nedenleri üzerinde de iktidarın düşünmesi gerekecektir. Diplomasiyi arka plana atan sert dış politika üslubu kadar Türkiye’nin kendisini bir misyon sahibi olarak gören, ideolojik saiklerle başka ülkelerin iç işlerine müdahale etmeyi sıradanlaştıran yeni yaklaşımının da bu yalnızlıkta geniş bir payı vardır. Böylesi bir durumun daha uzun süreyle taşınabilmesi kanımca mümkün değildir, maliyeti çok ağır olacaktır.
Türkiye bugün itibarıyla harekâtın birinci hedefine büyük ölçüde ulaşmış gibidir. PYD/YPG üzerindeki Amerikan koruması kalkmış, özerk yönetim bölgesinin kantonları arasına TSK girmiş ve bütünlüğü kırmış, ağır silahların toplanması karara bağlanmıştır. Rojava deneyimi Türkiye ve arkasında İran ve Rusya’nın desteğini bulan rejim tarafından sonlandırılmıştır. Bu açılardan güvenlik tehdidi sona erdirilmiştir. Ancak Suriye rejiminin kuzeye gelmesi farklı bir güvenlik sorununun zuhur edebileceğini de düşündürmektedir. Türkiye’nin ikinci büyük hedefi, yani Suriyeli mültecilerin evlerine değilse bile memleketlerine dönmeleri hakkında ise yapılan anlaşmada bir madde yok. Başkan Putin ile Soçi’de yapılacak buluşmada bu sorunun halline yönelik bir kararın çıkması da, Ankara Şam ile doğrudan konuşmaya başlamadığı taktirde mümkün olmayacaktır.
Türkiye aynı zamanda PKK uzantısı örgütleri koruduğu için güvenmediği ABD’nin Suriye’den çekilmesini de Trump’ın takıntılı şahsiyeti sayesinde başarmıştır. Orta Doğu artık bir Pax Americana alanı değildir. ABD’nin bıraktığı boşluğu doldurmaya tek aday Rusya'dır. Nitekim Moskova yalnızca Suriye’de gelişmelerin yönünü belirlemekle kalmamakta, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri'nde kendisine gösterilen hüsnükabul ve mutantan karşılama törenlerinin de gösterdiği gibi yeni ağababa olarak tanımlanmaktadır.
Rusya’nın maddi gücünün bu yükü taşımaya yetip yetmeyeceği önümüzdeki dönemin önemli sorularından biridir. Ne var ki, ABD’nin gerek Kürtleri başlarının çaresine bakmaya zorlaması, gerekse İran saldırısından sona Suudi Arabistan adına bir çatışmaya girmekten kaçması güvenilirliğini iyice zedelemiştir. Hâlihazırda bölgedeki tüm güçlerle temas içinde olan Rusya ise tam tersine güvenilir ve ne yaptığını bilen bir devlet olarak görülüyor.
Türkiye açısından bundan sonraki ilk aşama İran ile birlikte Suriye’nin geleceğinde birinci derecede söz sahibi olan Rusya ile İdlib üzerinde nasıl bir anlaşmaya varacağıdır. Zira Suriye iç savaşının son çözülmeyen meselesi budur ve gerek bölgedeki gözlem noktalarında görev yapan genç askerlerinin hayatının korunması gerekse yeni bir mülteci dalgasıyla karşılaşmamak için Ankara’nın bu meselede çok dikkatli ve yaratıcı bir tutum alması gerekecektir.