11 Eylül 2012
“Kabil, Habil’e bağırıyordu: Ant olsun, seni öldüreceğim!
Habil’in ensesinden fışkıran kan toprağa karıştı. Yavaşça yayılan kırmızılık toprağın içine işledi; dağıldı, karardı, derinlere indi. Toprak bir daha asla kana doymadı; hep kan istedi.
Habil’in ölümü hepimizin hayatını alt üst etti. Kabil bize ölümü gösterince yüreğimiz, zihnimiz daraldı. Dilimiz tutuldu. Lâl olduk. Kan her yere bulaştı, kelimeleri esir aldı.
Kimse ölüm üzerine konuşmak istemiyor, teselliyi yalanlarda arıyordu. Yaşamak tek amaç, unutmaksa kolaydı. Geçmişte kalan yığınla tecrübe doğru dürüst bilinmediği için, temize çıkarılan Habil iyiliğin timsali oldu; lanetlenen Kabil ise mutlak kötü kabul edildi. Topraktaki kanın, gerçeğin üstü örtülmüştü.
Kimse şüphelenmedi. Halbuki, eski dünya tekrar gözden geçirilmeye, her seferinde yeniden keşfedilmeye hazır, bekliyordu.
Hakikat başlangıçtaydı…”
Aklima’nın “Yağmur mu yağacak ne?” sorusu ile başlayan ‘Kayıp Taşlar’ı okurken, gerçekten de yağmur yağıyor ve ben ıslanıyormuşum gibi hissettim, İliklerime kadar. İnsanlara felaket getirmeyen yağmurlarda ıslanmayı severim. İnsana yaşadığını hissettirir. Ama bu hissi anlatamam diye ürktüm. Kurgu ürkütücüdür.
Ursula Le Guin’i okurken de böyle hissedersiniz. Okuduktan sonra hayatınızın geri kalanında hep Yerdeniz’i ararsınız. Karanlığın Sol Eli yakanıza yapışır. Ejderhalar ruhunuzu ele geçirir.
Jeanette Winterson’u okurken de aynı his. Tutku’yu okuduktan sonra hiç bir tutku yüreğinizi o denli sarsmaz. Hiç biri öyle teslim almaz. Kurgu ölümcüldür.
Kayıp Taşlar’ı okudum. Sonra hakkında yazılanları okudum. Sanki hepsi üstünü örtmüş gibi geldi bana. Kendi ‘Kayıp Taşlar’ımın hakkı bende saklı kalmak üzere, sustum. Ne yazsam üstünü örterim diye korktum.
En sonunda sorularımı yanıma alıp, yazarına ulaştım. Onun bile ‘eserini’ yeterince ifade edemeyeceğini bile bile. Kurgu elinizden bir kez çıktıktan sonra artık yazarına ait değildir. Kurgu özgürdür.
- Havva “Dünya bir cennet oluyor, bir cehennem,” diyerek söze başlıyor. “Günah pusuya yatmış bizi bekliyor...”Neden dini bir hikaye, mesel?
Babaannem yüzünden... Okuma yazma öğrenmeden evvel onun anlattığı hikayelerle hayatı tanıdım. Uzun kış gecelerinde sobanın yanına oturur, çocukları etrafına toplar, masal veya dini hikayeler anlatırdı. Kelimelerin ardında yatan sırları aramayı da ondan öğrendim. Çünkü olaylarda ne, nedir diye mutlaka açıklar, kilit taşını bulmamız, gizleri çözmemiz için ipuçları verir ve bizi bambaşka alemlere götürürdü. Namazını asla kazaya bırakmaz, ama hiçbir eğlenceyi de kaçırmazdı. Onun söylediği her sözün aklımda kaldığını yazarken fark ettim. Dinler, insanlığın başlangıcından beri adalet duygusunu harekete geçirmek ve vicdanları uyandırmak için hayata dahil olmuş, insanlara yol göstermiş. Şimdi bu haslet unutuldu... Bence kapitalizmle birlikte, vicdanları öldürmek için örgütlü bir seferberlik ilan edildi ve bu katiller din dahil her kılığa giriyor. İnsanlığın vicdanı yok olmak üzere...
Boğazımda bir yumru, köyde tek başıma savaş haberlerini dinler, kendi kendime okuyup yazarken ilk katili düşünmeye başladım. Kabil hakkında yazılanları tekrar tekrar okudum. Söylenenlere inanmam. İnancım da yoktur ama müslüman bir toplumda yaşıyorum, dine özellikle de islama kayıtsız kalamam.
'Selamünaleyküm' demekten gocunmuyorum, ancak verdiğim selama cevap alamıyorum. Dört numara kesilmiş saçlarıma, askılı bulüzüme bakıp 'ya sabır' çekiyorlar. Ve ben onların sabrının bir gün tükeneceğini hissedip tedirgin oluyorum. Bizim köy de, şehirdeki mahalleler de kaynıyor yani. Gettolaşmanın sınırları keskinleşiyor, duvarlar kalınlaşıyor. Yine de korkmuyorum; korkarsanız, karşınızdaki size hükmetmeye kalkar, cesareti artar.
İşte bu ortamda Kayıp Taşlar'ı yazmak boynumun borcuydu. Çünkü “İslam tek bir gerçeklik olduğuna göre, onun tek bir doğru yorumu olabilir, o da benimkidir” diyenler, kendi düşüncesini İslam olarak nitelemiş ve diğer görüşleri sapkın ilan etmiş. ‘İmtihan edilmekte olan sorumlu insan’ ise yerini, ‘itaatkâr müslüman’a bırakmış durumda. 'Yeter' demenin zamanı geldi de geçiyor bile... Genellikle geçmişi pek düşünmeden, efsanelerin ardında yatanları bilmeden nereye gideceğimizi, daha doğrusu gidemeyeceğimizi konuşuyoruz. O yüzden başlangıcı ele aldım. En başa döndüm. Belki ortak bir nokta buluruz, diye, selamıma cevap alma umuduyla.
Hani “Adem Baba’ya göre, her ne olursa olsun, bir canlıyı küçük görmek günahtı. Ot koparırken konuşmak, ağacı kesmeden evvel izin istemek, boyun eğmeyen hayvanı salıvermek gerekiyordu,” diyorsun ya kitapta; bu kadar naif bir din-insan-doğa ilişkimiz ya da bilincimiz olmadığına göre senin yüzüne bakıp ‘ya sabır’ çeken insanlar kitabını okusalar ‘selamına’ cevap alabilme ihtimalin var mı?
Bilmem. Fikir yürütmek istemiyorum; konuşmamız lazım. Biraz ciddiye alsalar yeterli. Aynı şekilde düşünmemiz de gerekmiyor. Yaratılış efsanesini farklı bir bakış açısıyla ele alıyorum. Çoğunluk için şaşırtıcı olacak ama şaşırmak iyidir. İnsan şöyle bir duraklar.
Din üzerinden siyaset yapmak, ticaret yapmak, gazete çıkarmak, kitap yazmak kolaydır. Çünkü kitlesi hazır ve büyüktür. Ama genelgeçer kalıplara, kurallara uymak şartıyla.
Oysa erkekler “beklentilerini, korkularını hadis haline getirip, ölümünden asırlar sonra peygambere söyletmiş.” Bunu ben söylemiyorum, bazı ilahiyatçılar söylüyor.
Zaten insan okudukça, öğrendikçe cahilliğini fark ediyor. Bu topraklarda, Osmanlı İmparatorluğu yıkılırken son halife yurt dışına; geleneksel İslam anlayışı da Anadolu'nun kırlarına sürülmüş. Günümüzde tekrar şehre dönen islam tartışmalara neden oluyor. Ve ne yazık ki müslümanlıkla milliyetçiliğin uyuşmadığı bilinmiyor.
Kürtlerin ‘ana dilde eğitim hakkı’nın islama uyduğunun farkında değiller. Kimin söylediği doğru, kim haklı tartışmalarına girmek beyhude. Naçizane fikrim; birlikte nasıl yaşayacağımıza kafa yormak. Bu günlerde bazı köşe yazılarında islamcılık tartışılıyor -hatta sınıflandırılıyor, islamcılar imana çağrılıyor- şaşkınlıkla okuyorum. “Allah'a güvenmeyen biriktirir” diyen, 90’lardaki Fazluhrahman çevirilerinden bahsedenleri okuyunca rahatlasam da yükselen milliyetçilik ürkütücü. İslamcıların Kur'an'ı gerçekten anladıklarına emin değilim. ‘Bana göre,’ demenin önemini kavramamışlar.
Türkiye bir ‘riya toplumu’ olmuş. Müslümanı da ateisti de buna dahil. Herkeste anlamadığım, anlayamayacağım kadar bir hesap kitap var. İnsanların yaptığı, söylediğine uymuyor, hatta yazarken başka türlü olabiliyor, neyi esas almam gerektiğini kestiremiyorum. Belki de o yüzden doğru dürüst bir eleştiri kurumu oluşturamadık.
Neyse, işin o cephesi ayrı konu. Bütün bu karışıklıkta beni en çok rahatsız eden mesele ‘kutsal aile’ anlayışı. Hem riyaların en büyüğü, hem bu kutsiyet yüküyle kadınların eli kolu bağlanmış. Hele yüceltilen annelik... O yüzden ilk aile, Adem ile Havva ve onların çocukları eskiden beri ilgimi çekerdi. Her ilişkide ortaya çıkan iktidar, görünür ya da görünmez şiddet. Hepsi.
-“Dostoyevski, bir yerde bir adam öldürülmüşse suça katılmayanların da eline kan bulaşmıştır der.” Kitap Ali Şeriati'den bu alıntıyla başlıyor.
Evet. Fransa'da yaşamış İranlı müslüman bir aydın. Dostoyevski'den yaptığı alıntıyı, kullandım. Ali Şeriati'nin heyecanını, tutkusunu müslümanlara hatırlatmak bana düşmez ama hakikat kimsenin tekelinde değil. Herkes kendi meşrebince hakikati bilir ve insanlar kendine göre bir gerçeğe sahiptir ve davranışlarının, düşüncelerinin rasyonalitesi vardır. Ben bu rasyonaliteyi kavramaya çalışıyorum. İsimleri unutulmuş kadınlarla karşılaştım. Tanıştık, uzun uzun sohbet ettik. Anlaştığımızı zannediyorum. Tabii ki bu sadece bir zan. Yanılmış da olabilirim, ancak iyi niyetimden kuşku duyulmasını istemem. Kelam ile teolojiyi karıştırmadan adalet, özgürlük arayışıyla zulme, yoksulluğa karşı çıkışın yolunda neler olup bitmiş anlamaya gayret ettim.
Bir de... Hani köşe yazarlarımızın sıkça kullandığı bir başlık vardır: “Quo vadis?” (nereye gidiyorsun?) Aynı soru Kuran’da da varmış, “Eyne tezhebune?” (Nereye gidiyorsunuz?) Durun, sakin olun, biraz nefeslenin ve düşünün anlamına gelen ilahi bir çağrı. Bence dindarlık, özünde “Nereye gidiyorsunuz?” sorusunu sormaktan ibaret. İktidarın, yani gücün kendisi bu sorudan pek hoşlanmaz. Ama birilerinin ısrarla “Nereye gidiyorsunuz?” diye sorması gerek.
Savaş, işkence, tecavüz haberleri arasında sanal dünya rahatsız edici şekilde cıvıl cıvıl ve biz korkutucu şekilde sakiniz, sanki bütün bunların dışındayız. ‘Beğen’ düğmesine basıp geçiyoruz.
Latince de, arapça da öğrenme şansım olmadı, çevirilerden okuyorum ve düşünüyorum. Dünyanın gidişatından rahatsız olan herkesin durup biraz düşünmesini önemsiyorum.
Nereye gidiyoruzu keşfedebilmek için de, nereden geldiğimizi anlamalıyız. Ancak, taraflardan biri diğerini yoz ya da yobaz diye elinin tersiyle ittiği müddetçe işimiz zor.
‘Dini bütün’ bir nesil yetiştirmek için mücadele eden muktedirlerin dini ‘para’ olmuş. Birileri de ‘bayrak asma’ yarışında. Medyanın hali ayrı içler acısı. Konuşurken bile içim daraldı. Farklı fikirlere tahammül edemeyen, iktidar sarhoşu bir hükümet; yoksulluk, eşitsizlik diz boyu ve müslümanlığın tanımını da onlar yapıyor. Biraz vicdan... Azıcık!
-Bu ortamda sözünü sakınmamak, hele hele de düşündüklerini apaçık yazmak riskli değil mi?
Başta söylediğim gibi, korkmuyorum. Hatırlamak için yazmamız gerekiyor. Hafızamıza değil ama yazıya güvenebiliriz. Bir şey yapmazsanız, hiçbir şey olmaz. Ben elimden geldiğince, aklım erdiğince bir kitap yazdım. Okuyanlar değerlendirecek. Bizi insan yapan süreç içinde, insanî gelişimimiz boyunca, başımıza gelen, yaşanan hiçbir şey asla bir kenara bırakılamaz. Kapıyı, pencereyi açmaktan korkarsak rüzgarı, güneşin sıcaklığını hissedemeyiz. Korku bataklık gibidir, yakaladığını bırakmaz, çırpındıkça dibe batarsınız.
Kelimeler her dönem başkalaşıyor, içi boşalıyor ya da kaybolup gidiyor. Sansür desen -içsel veya dışsal- başa bela. Üstelik de modern bir eğitim almışım! Ama yılmadım. Kutsal kitapları okudum, tefsirleri karıştırdım; bir deryaya daldım ki çıkmak zor.
O dünyada kalıp, sunulanlarla yetinebilirdim. Çoğunluk gibi…
Ben kelimeleri kendimce söktüm, ters yüz edip tekrar dokudum ve bir roman yazdım. Adem'le Havva'nın isimleri unutulmuş kızları Aklima'yla Lebuda yardım etti. Christa Wolf, yol gösterdi. Mevlana ufkumu açtı. Bir de tabii, geçenlerde kaybettiğimiz Adriaenne Rich gibi kadınlar var. Rich'a göre kadınların ideolojik baskılara karşı çıkabilmeleri, dünyayı, hayatı kavramaya uğraşırken kendi deneyimlerini açık yüreklilikle paylaşabilmeleri önemli. Okuduklarımı, yaşadıklarımı hayal gücümle harmanladım. Yok sayılan, dişil alt kültüre el attım. Ne kadar başarabildiğime, daha doğrusu başarıp başaramadığıma Kayıp Taşlar'ı okuyanlar karar verecek.
-Kabil, Adem'le Havva'ya itiraz ederken “En doğru kararı verdiğinize emin misiniz? Bize akıl değil, vicdan lazım” diyor. Çok basit, çok net ve bir o kadar da etkileyici sorular ve cevaplar var kitapta. Yazma süreci aynı zamanda kendi sorularına cevap arama çabası mı?
Elbette ama esas olan benim cevaplarım değil. İnsanı insan kılan nedir, diye düşünen her insan farklı cevap verecektir. Cevapların çokluğu, çeşitliliği bizi bizden koparmamalı, aksine sohbeti derinleştirmeli, diye düşünüyorum.
Var olanı yani kastedileni anlamaksa ilk adım. Yazmak, çok kişisel, bireysel bir iş, aynı zamanda geliştirici de. Asla 'tamam işte', demem, eksiklerim hatalarım olabilir. Hayal edebildiğimiz oranda sanat yapabiliriz. Aklımız bizi sınırlı bir alanlarda gezdirir, o sınırın dışına çıkabilmemiz tahayyül edebilmemize bağlı. Tabii biraz da cesaret.
Babaannemin bir hikayesi vardı; Karıncanın biri kağıt üzerinde yürürken, kalemin yazıp çizdiği şekilleri görünce arkadaşına seslenir. “Şu kalemin hünerine bak,” der. “Hayır,” der arkadaşı, “parmaklar onu sevk ve idare ediyor.” Gözü daha keskin üçüncü karınca lafa karışır, “kolu görmek lazım.” Sonunda bir ulu karıncaya danışırlar; akıldan bahseder, başka bir karınca da duygulardan, ruhtan...
Edebiyat bence, bir anlama çabası. Sınırsızlığın içinde hayatı, dünyayı, insanları anlamaya çalışırken, gerçekliğin hoyrat dünyasına katlanabilmenin bir yolu...
- Ben “Geçmiş yoktu ve hayat sanki bizimle başlamıştı. Hissiyatımız ortak, mayamız aynı olmasına rağmen bölündük, parçalandık. Sorumluluk bir kişinin üzerine yıkıldı. Kabil lanetlendi. Sorular cevapsız kalınca, insanın ruhu üşüyor. Sığınmak amacıyla kendine uygun bir yer arıyor, saklanıp gizlenmek istiyor. Ya da saldırıp parçalamaya uğraşıyor. Kimse teslim olmuyor...” diyen Aklima ile;
“Ah evet… Büyümek kanamaktı. İyilik ve kötülük, içimizdeydi. Yan yanaydı. Hangisinin ağır basacağını biz tayin ediyorduk. İrade sahibiydik. Kabil, Habil’i öldürünce yüreğimiz parçalandı, bölündük. Başlangıçtaki hiç bir şeyin hükmü kalmadı. Başka değerler icat edildi. Kelimeler azaldıkça azalıyor...” diyen Lebuda’yla tanışmış olmaktan şahsen çok memnunum. Sen onları nasıl keşfettin?
Keşfetmedim, onlar biziz. Bakınca gördüm. Etrafımdaki her kadın biraz Aklima, biraz Lebuda. Hepimizde onlardan bir iz var. Kayıp Taşlar bir kurgu sonuçta, bilimsel bir tez değil. Yazmaya başlamadan önce okuduğum metinlerde, kızların isimleri net değildi; çoğunlukla isimsiz, sadece 'kızlar' deniyordu. İsim verenlerin kimi Aklima diyor kimi İklima. Lebuda'ya Lubud diyen var. Kim kimin ikizi o da karışık. Ben, Diyanet'in yayımladığı İslam ansiklopedisindeki isimleri esas aldım. Ve yazma sürecinde kızlar yanıma oturdu, kitabın ortaya çıkmasına nezaret etti. Onlarla bazen kavga ettim, bazen eğlendim, bir ara küstüm ara verdim ama pes etmedim.
Aklima'yla Lebuda, kendilerini anlattılar. Kayıp Taşlar'ı okuyan onlarla doğrudan tanışabilir. Ben araya girmek istemem. Zaten kitabın hikayesi belli; herkesin bildiği bir olayı, ilk cinayeti ele alıyor. Kabil, Habil'i öldürdü ve Kabil kötü oldu, çünkü insanların Kabil'e ihtiyacı vardı. Peki ya bu arada unutulan kadınlar... Onlar, olayları nasıl yaşadı acaba?
Başlangıcı bilirsek ‘yaşanılabilir’ bir geleceği kurabiliriz. Ki o bilme asla kesinleştirilemeyecekse bize düşen, insanın kendi başına oluşamayacağını, olgunlaşamayacağını fark etmesi. Kapıyı, pencereyi açmak. Hele de teknoloji tabanlı yeni bir ontoloji kültürü hızla yükselirken; daha fazla gecikmesek iyi olur. Arabamız bozulursa tamire götürüyoruz, ama bir vicdan bekçisi, ahlak nöbetçisi yok, olmasını da istemiyoruz, o halde bunalımı çözmek insanın kendi elinde. Dindar olsun ya da olmasın herkes kendi şiddetiyle yüzleşmeli.
İstersen bir de fıkra anlatayım. Bektaşi'nin biri “Her şey Allah'tan, her şey Allah'tan” diyerek dolaşır dururmuş. Bir gün kasabanın serseri delikanlılarından biri, yine böyle mırıldanarak dolaşmakta olan Bektaşi'ye arkasından sessizce yaklaşmış, ensesine sertçe vurmuş. Canı fena halde yanan Bektaşi'nin hiddetle dönüp baktığını görünce, “ne o baba erenler demiş, hani her şey Allah'tandı?” “Tabii,” demiş Bektaşi, 'her şey Allah'tan da ben hangi deyyusu aracı ettiğine bakıyorum.”
İsteyen istediğine inanır ama günümüzde var olan, yaygın din anlayışını sorgulamadıkça hiç bir kadın ve erkek gerçekten mümin olamaz.
Asuman Bayrak, Kayıp Taşlar, Ayrıntı Yayınları 2012
Ey ilk insan, ey ilk yürek, ilk nefes, ilk adım, ilk gözyaşı, ilk kahkaha... bu mu mirasın torunlarına?
Bu ülkeyi yönetenler; iktidar ve söz sahipleri bize ne demek istiyor?
Nazi Almanya’sında milyonlarca insanın ‘iyi’ olmaya cesaret edememesinin nedeni neydi?
© Tüm hakları saklıdır.