19 Şubat 2013
"Hayat bizi zerre kadar sallamıyor; kendi bildiği gibi geliyor ve bizi de getiriyor bir yerlere, kendiliğinden…" demiştin ya hani.
Buradayım. Havanın öğleden sonra üçte karardığı, karlar altındaki bu kuzey şehrinde… Ormana ve göle beş dakikalık mesafede, sessizliğe uyuyup sessizliğe uyanıyorum. İki ayın sonunda artık bir göz odam, kendime ait bir yatağım da var.
İşten çıktım eve doğru gidiyorum. Gece yarısından sonra saat iki civarı. Kar yağıyor... Bir zamanlar “herkes nereye koşuyor böyle?” diye söylenerek izlediğim insanlardan biriyim artık. Trene yetişmeye çalışıyorum ayaklarıma baka baka. Karanlıkla değil ama sessizlikle tenhalaşan bir caddede karşıdan karşıya geçerken az ilerde bir kadın mızıkasını çalarak yürüyor. Arkasında panikle koşuşturmamdan çıkan gürültüye aldırmadan.
"Merhaba," diyor birisi.
"Merhaba," diyorum.
“Nasılsın?”
“İyiyim…”
“...”
“Ya sen?” diye soracak zamanım yok, üzgünüm... Yok mu gerçekten? Gidecek bir evin varsa er ya da geç evine ulaştırıyor bu şehir seni; peki zamanın niye yok? Yok işte bilmiyorum. Ortadoğuluyum ben! Verebileceğim en kestirme cevap bu. Zamanımı orası yedi. Hani 'zaman' da dahil her şey benim olmuştu burada? Sarhoşsun göremiyorsun yalnız olmadığımı, hep beraber geldik biz buralara!
Durmadan okuyorum...
Trende bir kitap, yatakta bir kitap, masada bir başkası... Alelacele bir hayat bulmam gerekiyor kendime.
Şu koskocaman dünyada kaybolmamak, unutulmamak için durmadan yazıyorum.
Ve durmadan dinliyorum... Hayat hikâyesini anlatmayı seviyor burada insanlar.
Vaktiyle birlikte mücadele etmiş insanların her birinin şimdi 'sıradan' birer insan oldukları hissine kapılmalarına yol açan her türlü yaşamsal kaygı; iş bulma, sigorta, maaş, vergi, sosyal düşün ve eylem karşısında ”hadi canım sen de”' ile başlayan söylevlerini dinlerken sesin kaynağına ve kırılganlığına ulaşmaya çalışıyorum bir yandan. Tanınmış devrimciden, tanınmamış vasıfsıza düşmenin incinmişliği mi?
Düşmemiş gibi yapmak öyle zor ki...
"Biz kadınlar olarak, Kürtler olarak, mülteciler olarak..." diye başlayan cümleler ister istemez ’ben' ile devam ediyor buralarda..
Kadınım, Kürdüm, mülteciyim ve gelsin hayat bildiği gibi, diyorum ben de...
Biz seninle Venezula'da bir kolektif evinde sebze doğramaya gidebilirdik mesela... Afrika’da bir ormanda vahşi hayvanlar tarafından parçalanıp ölebilirdik...
...
Düşlerimin kapısındaki tek bekçinin kendim olmasının rahatına varalı beri değişmeye başladı durak adlarım da; dünyanın yükünü ’evim’ diye sırtında taşımaktan yorgun, oradan buraya savrulmuş bir minik kaplumbağanın kuşa evrilip uçmayı denemesi bu!
Senden önce anneme yazdım ve ona dedim ki:
"Üzülme anne, oğlun doktor oldu ama kızın da bekçi oldu. Kadınların öpüştüğü bir barın kapısında ırkçı ve homofobik insanları bara almamak ve bardan atmak gibi onurlu bir işi var... Yanımızdaki barın kapısında iki erkek birden bekliyor; uzun boylu, geniş omuzlu, iri yarı... Benimse her zamanki gibi üzerime iki beden büyük geliyor üniformam. ’Bir ülkenin güçlü olmak için silahlara ve ordulara ihtiyacı olmadığına inanıyorsanız bir barın kapısında da güçlü kuvvetli bir erkek görmeyi ummayın!’ diyorum ’Aaa kadın,’ diyenlere...
Şimdilerde benimle gurur duyduğunu duymaya ihtiyacım var! Söylesen daha bir gelirim kendime...'
Arada iletişimimiz kopuyor. O zaman yazdığın mektupları tekrar okuyorum. Sonra merak ediyorum Zelal nasıl? İsveç’te yaşam nasıl gidiyor, sen nasılsın, neler yapıyorsun diye.
İyi ki geldin. Ben de seninle konuşuyordum yine son zamanlarda...
Ne anlatıyordun?
Her şeyi... Daha en başından... Bu şehirde, trende ya da otobüste giderken ters yöne oturup, geçtiğim durakları izlemeyi seviyorum; görüntüler gözümün önünden kayıp giderken geride kalanları... Sonra hepsini sana anlatıyorum, geçmişin izlerini sürüyorum; bugünü ve geleceği de...
Peki seni Stockholm’e getiren süreci yazsan, nereden başlar, nasıl anlatırdın?
Tam dört yıl oldu; 2009 yılının 15 Şubat günü Atatürk Havalimanı’nda ikinci güvenlik kontrolünü geçtim. Yolcuları uçağa götürecek otobüse yürürken “Pardon hanımefendi” dedi bir adam.
2002 yılının 11 Şubat’ında da Ankara’dan, Mersin’e giden yolcu otobüsünden Gölbaşı’nda beni indiren adam da “Sizi de alabilir miyiz hanımefendi?” diye sormuştu tüm kibarlığıyla.
Ortada bir terslik olduğunu ‘yine’ senden başkası bilmiyorsa ne fena, diye geçirdim içimden. Telefonum kapalı, uçağa bineceğim diye... Veda noktasından uzağım, refakatçim beni görmüyor, ‘hanımefendi’nin dili üniformasız, birileri beni gitti sanacak, birileri geliyorum diye bekleyecek ama ‘kaybolduğum’ anlaşılıncaya kadar dört saat geçecek.
Nasıl korktum. Adam pasaportumu görmek istedi, verdim... “Sen de kimsin?” diye sormadım bile. İnceleyip geri verdi. Uçak havalanıncaya kadar yüreğim ağzımdaydı. Dört saat sonra Stockholm’deydim.
Peki neden buradasın?
Beni buraya getiren birçok olay var ama en sonuncusu en mecbur kılanı oldu. 2002 yılının başlarında arkadaşlarımla Ankara’dayım. Van’da fizik bölümünde öğrenciyim ve ara tatildeyiz.
Aynı günlerde, Ankara’da ‘ana dilde eğitim’ talebi kampanyasını organize eden ve imza atan üniversite öğrencileri gözaltına alınmaya başlanmıştı. Arkadaşlarımla Ankara’dan, Mersin’e gideceğimiz gün kampanya organizasyonu ile ilişkilendirildiğimiz için gözaltına alındık. Otobüsün Gölbaşı’nda durdurulup ‘hanımefendi’nin aşağıya davet edilmesi ile başladı her şey işte...
Sonra ne oldu?
Dört ay içinde ‘örgüt üyesi’ oldum!
“Biz, Türkiye’de ‘insan hakları’ndan bahseden herkesin illegal örgüt üyesi olarak yargılandığının farkındayız,” diye söze başlamıştı İsveç’te benimle görüşen polis; “Biz böyle düşünmüyoruz,” diye de devam etmişti…
Türkiye’de insan hakları savunucularını durdurmaya çalışmanın en kolay yolu ‘örgüt üyesi’ şablonunu yapıştırıp içeri tıkmaktır. Bütün dünya öğrendi.
Bahsedilen örgütün benden haberi yok; benim örgütle ilgili gündemi takip eden herhangi bir insandan daha fazla bir bilgim yok. İçinde yer aldığım herhangi bir örgütsel eylem yok… Ama yine de o örgütün üyesiydim işte…
Ne düşünmüştün otobüsten indirildiğinizde?
Üç kişi aşağıya davet edildik. Polis arabaları, koca bir minibüs, otobüs, arabalarının kapılarını siper yapmış ve üzerimize silah doğrultmuş polisler! Yirmili yaşlarında üç silahsız insana karşılık bir ordu...
Bindirildiğimiz arabada boynuma sürekli bastıran bir el. Midem bulandı, kusmak üzereyim. Getirildiğimiz yer Ankara’da bir emniyet müdürlüğünün bodrum katı. Gözlerim bağlı ve hızlı olmam gerek. Niye koşuyoruz? Böyle nereye gittiğini bilmeden yürümekle; koşmak arasında kalbi yerinden çıkaracak kadar yüklü bir ‘korku’ var. Eşyalarımız yoklandı, sayıldı, notlar alındı ve sonra hücredeyim, yalnızım…
Sinirlerim o kadar bozuk ki gülme krizine tutuldum. Hücrenin kapısında minik bir pencere var, koridora bakan. Oradan, belki arkadaşlarımdan birini görürüm diye bakmaya çalışırken, polis pencereyi kapattı. Aklıma bir şarkı geldi, söylemeye başladım. “Pencerenin perdesini, aç bana göster yüzünü. Görmek için ben yüzünü ta Van’dan kalkıp da geldim…” Polis yine geldi ve açıp bana baktı, baktı baktı... Ben şarkıya devam ettim gülerek. Gitti sonra…
Dört günlük gözaltı süresince koşullar o kadar kötüydü ki. Sorguda kırdıkları burnumun acısını mı anlatsam, aniden başlayan kanamalarımı mı… Daha ilk öğün gelir gelmez herhangi bir şey yemeyi reddettim. Bir tür açlık grevi! Mahkemede hâkim “gözaltında örgütsel eylem yapmışsın?” diye durumu etiketleyiverdi!
Meğer diğer arkadaşlarım da yemeyi reddetmişler. “Bizim birbirimizden habersiz aynı tepkiyi göstermemiz örgütlü bir grev midir ve açlık grevi bir örgütün tekelinde midir?” tartışmasını yürütme arzum vardı ama olanağım yoktu. 27 öğrencinin yargılandığı bir DGM’de her birimizin başında 4-5 asker beklerken savunma yapma imkânı da zaten yoktu. Hâkimin bizi dinlediğini dahi zannetmiyorum.
“Üzerinde yara dikiş seti varmış?” Çantamda gezdirdiğim, Ankara’da her adım başında satılan minik plastik dikiş setim olmuş sana ‘yara dikiş seti!’
İddianamede mi vardı bunlar? Sonuç olarak ‘anadilde eğitim talebi’ kampanyası yapma şüphesi ile gözaltına alınıp örgüt üyesi olmaktan mı ceza aldınız?
Ben organizasyonun içinde değildim ve imza da verememiştim çünkü Van’da henüz başlamamıştı kampanya. Henüz imza bile vermemiş olanların örgüt üyesi olduğu yargısı Nuh Mete Yüksel’i bile örgüt üyesi yapar diye düşündüm o sıra. Ne de olsa örgütsel bilgisi benimkinden fazlaydı…
Yıl 2002’ydi ve iddianamede Kürtçe diye bir dilin olmadığı; söz konusu dilin Türkçe'nin lehçelerinden biri olduğu yer almaktaydı. Şevket Süreyya Aydemir’in ‘Tek Adam’ kitabından ve M. Şerif Fırat’ın ‘Doğu İlleri ve Varto Tarihi’ kitabından bol miktarda alıntı vardı. “Kürtler, Türk kökenlidir. Kürtçe kendi başına bir dil değildir, v.s.”
Ve hatta AB üyesi ülkelerin Türkiye’nin bölünmesinden yana olduğu ileri sürülerek aynen şöyle deniliyordu:
“Hiçbir gerekçe, bu arada AB ülkelerinin, ayrılıkçı hareketinin istekleriyle aynen örtüşen dayatmaları dahi, ülkemizi bölünmeye götürecek yolda adımlar atılmasını mazur gösteremez. Atatürk ve silah arkadaşlarının bize emanet ettiği bin yıllık Türk yurdu yabancıların kaprisleri uğruna bölünemez. Bu ülkenin uyanık bekçileri buna müsaade etmeyecektir. Kürtçe eğitime Anayasamız geçit vermemektedir.”
Bir de işte her birimizle ilgili bir sürü asılsız iddia. Örneğin ben, örgüt tarafından Ege Üniversitesi’ne yollanmışım. Örgüt için üniversiteyi kazanmışım! Delil? Yok! Beyan? O da yok! Her nasılsa iddia var.
Savcıya sorsan, doğar doğmaz HADEP’in kapısına bırakılmış ve onların kucağında büyümüştüm neredeyse.
Okuyunca nutkum tutuldu. Böyle bir dezenformasyon ancak ‘akıllara zarar’ bir mesleki deformasyon ve çok ciddi kötü niyet gerektiriyor diye düşünmüştüm.
Avukatım, “Savunma yapmamıza bile gerek yok bildiklerini okuyacaklar; bu, mahkemenin şablonu,” teşhisini koymuştu. Zaten aynı dönemde hem HADEP’in kapatılma, hem de Eğitim-sen’in tüzüğünden anadilde eğitim maddesinin kaldırılması için açılan davalar da gündemdeydi.
Mahkemenin kararı, anadilde eğitim talebinin gereksiz ve bölücü bir yaklaşım olduğu yönündeydi ve sonuç olarak dört öğrenci örgüt üyeliğinden 6 yıl, 3 ay hapis cezası aldık.
Cezaevinde miydin, hüküm verildiğinde?
Şöyle oldu; ilk çıkarıldığız mahkemeden sonra tutuklanarak, Ulucanlar Cezaevi’ne getirildik. “Kontrol noktasında bulunan ‘Deniz’lerin darağacıydı; gördünüz mü?” diye sorduğunu hatırlıyorum Leyla Zana’nın. Aynı koğuştaydık...
Üç buçuk ay sonra hiçbir açıklama yapılmadan tahliye edildik. Ama bu arada da örgüte sempati duymaktan ‘örgüt üyesi’ seviyesine yükseltilmiştik. Neden? Yine delil yok. Ama yine de tahliye edilmiştik!
2008 yılının Kasım ayında Yargıtay 6 yıl 3 ay hapis cezasını onadı. Ben o sırada Van Kadın Derneği’nin çalışmalarına gömülmüş durumdayım. İşte orda ‘örgütlüyüm’ ben. Kadına yönelik şiddet ile mücadele ediyoruz canla başla! Cezayı, onaylandıktan üç ay sonra öğrendim.
Biri bana “Sen niye bu kadar rahatsın, arkanda Mehmet Ağar mı var?” diye sormuştu. Sonra oturup düşündüm; gerçekten neden bu kadar rahattım? Bu kadar hukuksuz ve adaletsiz bir yargılamadan ceza almayı beklemiyordum elbette…
Tam da o sıralarda Van F Tipi’nde bir mahkûm cezaevi koşulları nedeniyle intihar etmişti. Birkaç gün düşündüm ve sonunda karar verdim, cezaevine asla dönmeyeceğim!
Ben de Türkiye’den ayrılmaya karar verdim.
Geri istemedi mi Türkiye seni?
İstemişlerdir herhalde. Çünkü bu normal bir prosedür.
Geldikten birkaç ay sonra çok tuhaf bir olay yaşadım. Bir gece bilgisayarımda hotmail hesabımda onay vermediğim bir kullanıcı bana yazmaya başladı. “Sen de kimsin, nasıl eklendin, ne istiyorsun?” diye sordum şaşırarak, o da bana “İster inan ister inanma, ister oku ister okuma…” diye yazdı ve aramızda özetle şöyle bir konuşma geçti:
"Polisim, babam da rütbeli askerdi ama gerilla ile çatışırken öldü. Ben de o yüzden polis olmaya karar verdim. Seninle ilgili açılan ‘firar davası’ nedeniyle; yerini tespit etmek, seni takip etmek, iade edilirsen teslim almak, sorgulamak ve gerekirse işkenceni yapmak için görevlendirilen kişi benim…" dedi.
Ben de “Niye bunları bana anlatıyorsun, o zaman işini yap!” dedim. O da, kendisine inanmadığımı düşünerek “istersen beni araştırt” dedi. Bana dava dosyasında benimle birlikte ceza almış diğer insanların hangi ülkede oldukları v.s. gibi bir takım bilgiler vererek kendisine inanmamı da sağlayamaya çalıştı.
Tekrar, bana bunları neden anlatıyorsun? diye sorduğumda: Senin dosyanı inceledim, dosyanda ceza almanı gerektirecek bir durum yok; bana göre sen suçsuzsun dedi. Ben de ona “o zaman, bana ceza verenlere yaz görüşlerini; bana niye yazıyorsun?” diye sordum.
“Sen topluma faydalı işler yapıyorsun, söz konusu örgütle de bir ilgin yok. Seninle ilgili araştırma raporumun altına ben kişisel görüşlerimi yazdım ancak bu sebeple dosyanı benden aldılar. Bunun anlamı şu. Dosyan artık başka birinin sorumluluğunda. Bence sen çok dikkatli olmalısın ve tanımadıklarınla iletişim kurmamalı, herkese güvenmemelisin…” dedi. Daha fazla uzatmadık. Ama ertesi sabah bilgisayarım açılmadı. Çökmüştü. Bir daha da çalışmadı!
Velhasıl bu hikâye bitmez... Nereye gidersen git elini kolunu bağlamanın yollarını deniyorlar. İnsanlara güvenme, rahat davranma, başın belaya girer.
Dışarıdan çok cesur görünsem de ben aslında ‘korkak’ bir insanım, bu yüzden birçok konuda temkinliyimdir. Çocukluğumdan beri karanlık ve tenha sokaklarda çok hızlı koşarım çünkü sokak köpekleri ‘korkumu’ hep hissettiler ve kovaladılar beni. Onlarca kez yaşadım. Öyle evcil köpeklerden değil, aç, dağda bayırda köyde yaşayan saldırgan köpeklerden bahsediyorum. Ama korkuyorum diye köpeklerin olduğu yerlerden uzak durmayı düşünmedim hiç. Ne de olsa hızlı koşuyorum, diye rahat davrandım. O gece bunu ‘benimle aynı yaşlarda’ olduğunu söyleyen o polise anlatsam muhtemelen bana “sen ne demek istiyorsun?” diyecekti.
Şimdi İsveç vatandaşı mısın?
Henüz değilim, yakında olacağım. Buraya geldiğimde politik mülteci olarak başvurdum ve oturum aldım.
Bana verilen ilk ‘pasaport’ta “Türkiye hariç her yere gidebilir” yazıyor…
Devam edecek…
Ey ilk insan, ey ilk yürek, ilk nefes, ilk adım, ilk gözyaşı, ilk kahkaha... bu mu mirasın torunlarına?
Bu ülkeyi yönetenler; iktidar ve söz sahipleri bize ne demek istiyor?
Nazi Almanya’sında milyonlarca insanın ‘iyi’ olmaya cesaret edememesinin nedeni neydi?
© Tüm hakları saklıdır.