“Yıl, 1976. Yaprakların bile kıpıldamadığı sıcak bir gün. Sıcak, havasız, yarı karanlık kasvetli geniş bir salon. Salon her gün bir yığın ‘devletin güvenliğini ilgilendiren’ davaya bakan Devlet Güvenlik Mahkemesi salonu. Ben yargılanıyorum. Tutuklu bulunduğum cezaevinden, kelepçelenerek, asker gözetiminde, havasız bir cezaevi arabasıyla getirilmişim.
Oldukça geniş bir salonda, sanık sandalyesinde oturuyorum. Karşımda, yüksekçe bir yerde ikisi asker, üçü sivil, beş yargıç oturuyor. Onlardan biraz uzakta da aynı yükseklikte savcı oturuyor. Savcının karşısına gelecek yerde de iki avukat, beni savunmak üzere, oturuyorlar. Arka sıralarda da davayı izlemek için gelmiş birkaç yakınım ve dostum oturuyor. Yaşlı başyargıç oldukça sevimli, bana bakıp bakıp gülümsüyor. Ancak yargıçlar benimle savcı arasında süren konuşmaya katılmıyorlar, sadece dinliyorlar.
Üzerimde kısa kollu, ince bir gömlek olmasına rağmen durmadan terliyorum. Kürtçe-Türkçe yayın yapan aylık bir derginin yayın yönetmenliğini yaptığım için tutuklanıp cezaevine gönderilmişim. Savcı da hazırladığı iki sayfalık iddianamesinde benim ‘bölücülük’ yaptığımı, olmayan bir halk, dil ve kültürden, Kürtlerden söz ettiğim için, halkın bir bölümünü tahrik ettiğimi ve cezalandırılmam gerektiğini iddia ediyor. Ben de hazırladığım 70 sayfalık iddianame ile savcının iddialarının yersiz ve anlamsız olduğunu söylemeye çalışıyorum.
Davanın hukuki yanından ziyade, kürtlerin varlığı, dil, kültür ve edebiyatılarının varlığını, tarihi belge ve bilimsel verilerle göstermeye, anlatmaya çalışıyorum. Bana en çok sıkıntı veren, beni en çok üzen ve utandıran da bu; körlerin bile görebildiği, sağırların bile duyabildiği binlerce yıllık gerçekleri tekrarlamak, ispatlamaya çalışmak.
Yaptığım iş esasında komik, sadece komik de değil, aptalca. Bunu fark ediyorum. Ancak bunu yapmak, kendimi savunmak zorundayım. Kürtçe yazdığım; Kürt kimliğini, dilini, kültürünü, sanat ve edebiyatını savunduğum için tutukluyum ve cezalandırılacağım. Tüm çirkinliğine ve saçmalığına rağmen kendimi savunuyorum. Ancak hiçbir konuda savcıyı ikna edemiyorum.
O sıcakta bunalarak çok basit gerçekleri söylemeye çalışıyoruz ama olmuyor. Savcıyla herhangi bir iletişim kurmak, bir diyaloğun yolunu açmak mümkün değil. İddianamede yazdıklarını tekrarlıyor; Türkiye’de Kürtlerin varlığını dillendirmek, Kürt kimliğini savunmak, Kürtçe yazmak, Kürtlerin kültürel ve insani haklarını talep etmek suçtur.
Kürtler, Türktür. Kürtçe, Türkçedir. Mantık, aşağı yukarı bu...
Bir ara, dayanamayarak savcıya hitaben, Kürtçe konuşmaya başlıyorum. Günlük birkaç cümleyi art arda sıralıyorum. Ve savcıya Türkçe, ‘Anladınız mı?’ diye soruyorum. Cevap vermiyor ama anlamadığı kesin. Sadece, boş gözlerle bana bakıyor. ‘İşte bu benim dilim” diyorum, kendim seçmediğim ama içinde doğduğum, öğrendiğim, büyüdüğüm ve kendimi ifade ettiğim ana dilim...’
Ama ne desem boş ve anlamsız. Savcıyı ikna etmek olanaksız. Belki o da söylediklerinden utanıyordur, sıkılıyordur. Ama onun görevi resmi söylemi, resmi mantığı ifade etmek, resmi bakışı temsil etmek.
Birkaç, usûl ile ilgili sözcüğün dışında, bizim ‘sağırlar diyaloğu’na sadece tanıklık eden yargıçlar heyeti, tutukluluğumun devamına karar vererek, davayı başka bir tarihe erteliyor. Yeniden ellerim kelepçelenerek, cezaevine gönderiliyorum.
Her tarafım sırılsıklam, durmadan terliyorum. Yolda, cezaevine dönerken, sanki cehennem ateşiyle tutuşmuş o köhne arabada, birden sinirlerim boşalıyor, ağlamaya başlıyorum. Çaresizlikten, içine düştüğüm inanılmaz acizlikten, ne etsem kendimi ifade edememenin üzüntüsünden, uzun bir süre, kendime hakim olamayarak ağlıyorum....”
Yıl 1996. Nar Çiçekleri adlı kitabında Mehmed Uzun anlatıyor. Bugün bulunduğumuz noktada ‘anlamamız’ gereken her şey daha iyi nasıl anlatılır, bilmiyorum...
Devam edelim:
“Türkiye’de Kürt sorunu politik olarak nasıl çözülür?
Yüreği yaralı, ruhu rencide edilmiş Kürt insanı çok basit, çok açık bir biçimde şunu bilmek istiyor; Türkiye’de Kürt olarak kendi kimlikleri, dilleri, kültürleri, sanat ve müzikleri, gelenek ve görenekleriyle yaşam hakları var mıdır? Yoksa hâlâ her şeye rağmen Türk olmak zorunda mıdırlar?
Kürtlerin çok eski ve zengin bir dilleri, 11. yüzyıldan bugüne gelen yazılı edebiyatları, Ortadoğu’nun en zenginlerinden sayılan bir sözlü edebiyat gelenekleri, renkli bir sanat yaşamları, duygu yüklü gelenek ve görenekleri vardır. Sizin bunları bilmiyor olmanız, olmadıkları anlamına gelmiyor…
Kültür bir yaşam biçimidir, bir yaşam için gerekli olan her şeydir. Tek bir ulusal kültür yaratacağım diye kültürü, kültürleri eritmek, insanı, insanları, insanlığı eritmektir. Türkiye bunun acısını fazlasıyla çekmedi mi? Kürt kültürüyle tanışmanın; Kürt vatandaşlarıyla barışmanın zamanı gelmedi mi?”
Yıl 2013.
“Barış mesajı yollayan Urfalı türkücü, sanırım yolun İmralı ve Kandil'den geçtiğini bilmeyecek kadar zihniyetsiz” diye kükrüyor grup toplantısında Devlet Bahçeli.
‘Urfalı türkücü’ ne demiş? “Bırakın bu gözler barışı görsün” demiş…
Barışın yolu yokuş. Ama savaşın yolu nereden geçerse geçsin, başımızın üstünde yeri var. Boşuna asker doğmuyoruz.
Her Türk’ün asker doğduğu yerde, bir arada yaşamaya dair her şey ‘ölü’ doğuyor. Çaresiz.
Tek devlet, tek bayrak, tek dil; tek zihniyet, tek cehennem.
Barış yerine ‘savaş’ın, daha çok kan, daha çok acı, daha çok yara, daha çok zulüm, daha çok ölüm, daha çok öfke, daha çok nefret, daha çok yıkım demek olduğunu onlar da biliyor. Ama aynı zamanda daha çok iktidar, daha çok güç, daha çok pazarlık, daha çok pay, daha çok imkân demek olduğunu da. Hepsi zihniyet sahibi.
Memleketin, milletin ‘sözcü’sü ve gözcüsü onlar. Onlara göre rasyonel politikada vicdan, adalet ve ahlak gibi kavramlara yer yok. Dört bir yandan aynı nakaratları tekrarlıyorlar, savaş ve kan çığırtkanlığı yapıyorlar. Yarattıkları cehenneme ateş taşımaya doymuyorlar ama her nasılsa ellerini yakmamayı da başarıyorlar. Şimdilik.
El birliği ile bizi aptallaştırmaya çalışıyorlar.
İktidar partisi, ilk demokratik açılım hamlesinde bir yandan Kürtlere “beni izleyin sizi demokrasi ve barışa götüreceğim” derken, diğer yandan Türk halkına ve alemi cihana; “gördünüz mü bunlar barışı hak etmiyorlar” demek için epey çetrefilli bir yol izlemişti.
Yeni yılla birlikte yeni bir demokratik açılıma uyanan AKP, bu sefer gerçekten samimi mi? Düne kadar Kürt sorunu olduğuna inanmayan bir AKP’nin gerçekten bir ‘Kürt sorunu’ çözüm planı olabilir mi? ‘Terör sorunu’nun çözümüne “PKK silah bırakarak Türkiye’yi terketsin; terör suçuna af yok; Öcalan’a ev hapsi yok; KCK tutukluları tahliye edilemez...” diye yaklaşan AKP yeni bir şey söylüyor mu? Söyledikleriyle yaptıklarının hiçbir zaman tutmaması bu durumda ne vadediyor? Zaman kazanmaya çalışarak, seçim yatırımı mı yapmak istiyorlar? Artık Kürt sorununu çözmek zorunda olduklarının farkındalar; bu köprüden önce son çıkış mı? türünden soruların hiçbir anlamı yok.
İlk sorunun yanıtı bana göre çok basit; samimi değiller. Samimi olmadıkları sürece de ellerine yüzlerine bulaştıracaklar. AKP’nin ‘demokrasi, adalet, eşitlik, hoşgörü, insan hakları’ üzerine kafa yoracak ne arzusu var, ne de böyle bir politik kültürü.
Aslında MHP zihniyetinden pek farkı olmayan AKP’yi ‘barış’ söylemine mecbur kılan konjonktürde, bugün önemli olan gerçekleşme imkânının bütün koşullarını zorlamak. Bunu ancak barışı gerçekten arzu edenler yapabilir. Barışı ancak halklar inşa edebilir. Asker değil, insan olarak doğan halklar. Türk ve Kürt halkları. Kötü niyetli muktedirlere, kandan beslenen parazitlere, ölümcül provokasyonlara, bu güne kadar yaşanan tüm kötü deneyimlere rağmen. Barışı yalnızca ‘biz’ inşa edebiliriz. Bugünden yarına değilse bile, çok uzak olmayan bir gelecekte…
Barışı görebilmeyi istiyorsak gözlerimizi, zihinlerimizi ve yüreklerimizi ona açmalıyız.
Hiç bıkıp usanmadan barışı talep etmeli, barışı tarif etmeli, barışta ısrar etmeliyiz.
Bizi doğada, diğer canlılarla ahenk ve uyum içinde yaşamaya özendiren, çocukluğumuzun büyüleyici ‘Nar Çiçekleri’ ve barışı göremeden aramızdan ayrılan Mehmed Uzun’un pırıl pırıl zihni, insancıl yüreği ve her daim umut, barış, sevgi dolu anadili, sözcükleri gibi:
“Barış içinde, tolerans ve diyaloğun egemen olduğu bir atmosferde, Kürt sorununun uygar bir çözüme kavuşması herkesin yararınadır. Şiddet, karanlık yüreklerin egemen olduğu kör bir kuyudur. Her türlü şiddet, karanlığın yüreğine giden yolu döşer; insanları korkunun ve karanlığın tutsağı haline getirir. Şiddetin karşılığı kültürel diyalogdur. Şiddet ayırıcı, bölücü; kültürel diyalog birleştirici, bütünleştiricidir.
Dünyanın en tehlikeli ve hüzün verici ruh hali çaresizlik ve acizliğin tuh halidir. Diyalog yerine, şiddetle çaresiz ve aciz hale getirilmiş insanın ruh hali hem çok trajik hem de çok tehlikelidir. Red ve inkar bir histeri ve paranoyadır.
İnsanın kendi dilini ve diliyle yaratılmış zenginliklerini, kültürünü, ülkesini ve halkını sevmesi bir erdemdir.
Yurtseverlik ancak ahlak, vicdan, tolerans ve insanlık olabilir. Her şeye rağmen bir nehir gibi akan insanlık, başka hiçbir şey değil…”