“Bunlar iyi günlerimiz mi?”
Bu soruyu soran yeğenim Aras. Seçimde anne ve babası gönüllü sandık gözetmeni olduğu için pazar gününü benimle geçirdi.
Akşam, meşhur ‘balkon’ konuşmasını dinledik birlikte.
Balkonda hanedan mensupları, sanki birileri onlar fark etmeden ruhlarını çalmış, içlerini boşaltmış gibi. Karanlıkta bal mumundan siluetler.
Kafa sallamalar, gülücükler, alkışlar, el ele yukarı kalkan kollar, Hepsi bir filmin karelerini tamamlar gibi ard arda sıralanıyor.
Bir türlü içselleştirilemeyen o sahte mutluluğu, almaya çalışırken göğüslerini sıkıştıran o derin nefesleri hissetiniz mi?
Aşağıda bu zaferin mimarlarının ekranlardan taşan coşkusu. Evet, bu bir zafer.
Hırsızlığı, haksızlığı, şiddeti, zulmü, yalanı ve bu muazzam kandırmacayı hep birlikte tüm dünyanın gözleri önünde meşrulaştırdınız.
Zafer kazandınız...
Aras on dört yaşında. O balkona baktığında ne görüyor acaba? Başbakan konuşurken ne hissediyor?
Bazen, öyle çaresizlik halleri çıkar ki ortaya insan, insan olmaktan da, ‘yetişkin’ olmaktan da utanır.
Ben tam anlamıyla öyle hissediyorum. İnsanı utandıran bir çaresizlik hissi.
Anne ve babası henüz dönemedi. Başbakan pürtelaş zaferini ilan ederken ve yeni Türkiye’yi muştularken bize, gözetmenler sandık başlarında sabahlıyor. Malum nedenlerden dolayı: Oylarımızı (da) çalmayın, başka bir şey istemiyoruz.
“Daha, bunlar iyi günlerimiz,” diyor anneannem. Öyle mi?
O böyle sorunca başımı kaldırıp yüzüne baktım. On dört yaşında bir çocuk.
Üç-dört yaşlarındayken en sevdiği oyuncaklar ‘polis’ arabalarıydı.
Şimdi polis arabası gördüğünde başını usulca öte yana çeviriyor.
Berkin ile aynı yaşta. Ondan mı?
Şimdilerde, her gün üç yüz altmış soru çözerek nasıl bir şaibeye kurban gideceğini bilmediği bir sınava hazırlanıyor. O hep bir sınava hazırlanıyor.
Dolmabahçe Camii’ndeki o can pazarında, doktor abi ve ablalarının yaralı gençlerin başında nasıl çırpındıklarını ekranlardan izlediği günden beri ‘doktor’ olmak istiyor. Yalnızca bu yüzden.
Şimdi bu çocuğa nasıl yanıt vermeli?
Bu ülke halkının neredeyse yarısı, haklarını aramak için sokağa çıkmaya cesaret edebilen senin yaşındaki çocukları, istedikleri zaman öldürmeye devam edebilsinler diye, bu gördüğün adamlara yetki ve onay verdi.
Bundan sonra da haklarımızı çalarken, yalan söylerken, çocuklarımızı katlederken en ufak bir rahatsızlık hissetmesinler diye.
Ama yine de korkma. Onlar canavar değiller. Senin benim gibi insanlar. Çevirme başını…
Hadi Aras’a anlattık. Uzaktan korku filmi gibi, kara bir hikâye gibi gelir insana.
Hakan Yaman’ın on dört yaşındaki kızına nasıl anlatacağız?
“Şu balkonda gördüklerin ve aşağıda onları alkışlayanlar, babanı bu hale getirenler; emri verenler, rıza gösterenler, onaylayanlar… ama hiç biri canavar değil. İnsan. Merak etme.”
Aslında insan olmadıklarını bilsek rahatlamaz mıydık?
“Korkma çocuğum bunları babana insanlar yapmadı. Çakal sürüleri dolaştı o gece memleketin karanlık sokaklarında. Aç kalmışlardı, yoksa asla böyle bir şeye teşebbüs etmezlerdi. Onlar bile…”
Belki de uzaydan gelen ya da yerin altından fışkıran tuhaf, acımasız yaratıklardı. İnsan olmaları mümkün değilse, başka ne?
Hakan Yaman’ın küçük kızı -sekiz yaşında olanı- babasının yüzüne korkmadan bakabiliyor mu acaba? Baktığında ne görüyor?
Başbakan’ın da aynı yaşlarda torunu var.
Ona da izah etmek gerekirse bir gün... Olur ya?
“Bak bunu ben yaptım; bu abilere emir verdim, onlar da bu adamın gözünü çıkardılar, yüzünü parçaladılar, kafasını kırdılar, bedenini ateşe attılar… Sonrasında ben o abileri sakladım, korudum, ödüllendirdim. Nasıl, iyi yapmış mıyım? Ama o adam bunu hak etmişti, hiç şüphen olmasın...”
Başbakan, çocukları ve torunları için, bir değil, her biri beş hayat yaşasa bile asla tüketemeyecekleri miktarlarda servetler biriktiriyor bir yerlerde.
Peki bu toprakların ‘kupon’ yerlerini varlıklarıyla onurlandıracak değerde olmayan öteki çocukları? Onlar için ne biriktiriyor? Nasıl bir mirası devralacak yeni Türkiye'nin çocukları?
17 Aralık’tan bir hafta sonra Konya’da açlık ve soğuktan öldü Ayaz bebek. Daha kırk günlüktü.
17 Aralık’tan bir buçuk ay sonra Van’da sağlık ekipleri mezraya gidemediği için öldü Muharrem. Üç yaşındaydı. Babası, oğlunun cansız bedenini sırtında çuvalla taşıyarak getirdi köyüne.
17 Aralık’tan iki hafta sonra Bağcılar’da bir otopark kavgasında silahla öldürüldü üç genç. Yaşları on altı, on yedi ve on sekizdi.
17 Aralık’tan bu yana hızla artmaya devam etti bu ülkede çocuk tecavüzü, aile içi şiddet, işkence, işçi ölümleri, trafik kazaları, sokaklarda devlet terörü ve diğer her şey…
Hangi birini hatırlayalım?
Ya da Başbakan’a mı sormalı; yalnızca son üç ayda -siz tüm varlık, yetki ve imkânlarınızı istiklal savaşınıza ve seçimlere adadığınız günlerde- bu memlekette neler yaşandı?
17 Aralık’tan bu yana kaç Suriyeli kız çocuğu para karşılığı alınıp satıldı? Onların, Antep, Kilis, Mardin, Urfa, Antakya piyasalarındaki seçim değerleri ne kadardı?
Kaç oy eder her birine böylesine acımasızca sahip olmanın, günah işlemenin özgürlüğü?
17 Aralık’tan bu yana bu ülkede kaç kadın, çocuklarının gözlerinin önünde kocası tarafından öldürüldü?
17 Aralıktan bu yana kaç işçi -sağlıksız, yasal olmayan iş koşullarına göz yuman iktidar sayesinde- iş yerlerinde hayatını kaybetti?
Herhangi bir fikriniz var mı?
Medyada, kendisi ile ilgili en ufak bir eleştiriyi dahi atlamayan, ‘sorumluların’ her birinden tek tek hesap soran, ortalığı ayağa kaldıran ama ülkesinde yaşayan halkın gerçekte ne yaşadığı, ne durumda olduğu ile ilgili en ufak bir ‘gerçekçi’ fikri, kaygısı olmayan bir Başbakan...
Varsa söylesin?
Bir tane ‘tape’ de siz koyun önümüze. Başbakan, onu alanlarda coşkuyla alkışlayan halkın sorunlarıyla ilgili herhangi bir bakanını ya da ilgili bir devlet kurumunu arıyor olsun:
Bir hasta tutsağın sağlığını sorsun? Kazada ölen bir işçinin ailesinin durumunu sorsun? Devlet korumasında öldürülen bir kadının hesabını sorsun? Çocuk tecavüzünden yargılanan adamların neden serbest bırakıldıklarını sorsun?..
İçinde kendisini, partisini ve hanedanlığını ilgilendirmeyen tek bir kaygı olsun.
Tek bir görüşme. Montaja da razıyım…
17 Aralık 2013’ten bu yana verdiği istiklal savaşının ilk cephesini 30 Mart 2014’de kazandı Başbakanlık hanedanı. Tarihe böyle kayıt düşülsün.
Seçimden bir kaç hafta önce yaşlı ve kör bir adamın cebindeki üç kuruş ‘tedavi’ parasını almak için yerlerde sürükledi ve dayak attı bir kaç adam. O paranın peşinde bütün gün dolaşmışlar, olmadık senaryolar üretmişlerdi.
Sonradan izledim bir yerlerde. Başına gelenler çok ağrına gitmiş olmalı, sessizce, içine çeke çeke ağlıyordu, olmayan gözlerinden süzülen yaşları elinin tersiyle silerek.
Onun o halini izlerken, birileri göğüs kafesimi kör bıçakla deşiyor sandım.
Hangi karanlık daha kör? Onun içine hapsolduğu, bir damla ışığın sızmadığı fiziksel zindanı mı, yoksa bizim hep birlikte içine hapsolduğumuz, bu ülkenin geçit vermez zifiri karanlığı mı?
Bu, hangi yeni Türkiye?
Bu hangi ahlak? Hangi adalet? Hangi kalkınma? Hangi refah?
Bu hangi savaş?
İki gün önce gördüm, yaşlıca bir teyze parkta kepçenin önüne oturmuş bütün zerafetiyle. Parkı ve ağaçları talan edilmekten kurtarmış.
Bir tarla kuşu göğüs kafesimin içinde şarkı söylüyor sandım.
“Bunlar iyi günlerimiz mi?”
“Hayır. Bunlar iyi günlerimiz değil. Bunlar ‘kötü’ günlerimiz. Ama her şey düzelecek, sakın korkma…” dedim yeğenime.
Korktuğun zaman ellerini uzat, mutlaka ellerini tutacak abilerin ve ablaların olacak sokaklarda. Seni asla yalnız bırakmayacaklar. Sakın çevirme başını…
Edie’nin* şarkısını hatırlıyor musun?
"Fırtınada yürürken dik tut başını
Ve sakın korkma, karanlıktan.
Her fırtınanın sonunda altın bir gökyüzü vardır.
Ve tarla kuşunun tatlı, gümüş şarkısı...
Rüzgârda yürümeye devam et!
Yağmurda yürümeye devam et!
Düşlerin fırlatıp atılsa ve yok olsa bile
Yürümeye devam et...
Yüreğinde umutla yürü…
Çünkü asla yalnız yürümeyeceksin
Asla yalnız yürümeyeceksin..."
@SibelYerdeniz
* Otostopçunun Galaksi Rehberi (Douglas Adams)