Koronavirüs salgınının ardından bu sefer de ırkçılık karşıtı eylemlerle manşetlerden inmeyen ABD'de gündem durulmuyor. George Floyd'un bir polis tarafından boğularak öldürülmesiyle bütün ülkeyi saran ırkçılık karşıtı eylemlerin ardında çok uzun bir hikâye ve tarihi bir mücadele var. İsteyen açıp tarih kitaplarından izini sürebilir. Derdim bu değil.
Bu mirası devralan yeni kuşakların ciddi bir derdi var. Gelecekten duydukları umutsuzluğa gösterdikleri tepki bıçağın kemiğe dayandığını fısıldıyor. Yaşanan pandemi kaynaklı kriz ise gerçeklikleriyle onlar arasında kalan son örtüyü kaldırmış görünüyor. Aylardır evlerinde çıkmayan ve her ay gelen maaş çekine hayati bel bağlayan milyonlar için bardağın taştığını görüntülerdeki şiddetten anlıyoruz. Salgın nedeniyle şu ana dek yaklaşık 36,5 milyon kişinin işsiz kaldığı ABD'de, Şubat ayında yüzde 3,5 olan işsizlik oranı Nisan ayında yüzde 14,7'ye fırladığını hatırlayalım.
Kaybedecekleri bir şey kalmayan 'en alttakilerin' onları kıskıvrak yakalayan ve paçalarından aşağı çeken düzene duydukları öfkenin dışa vurumu bu. Arizona, Kentucky, Tennessee gibi muhafazakar eyaletlerden liberal Kaliforniya'ya uzanan, 'en alttakilerin' hayatına tanık olduğum maceralarım bana bugün sokaktaki insanların ne hissettiğini çok iyi anlatıyor.
Bu sistemsel krizi rakamlar yerine anekdotlarla anlatmak belki de en iyisi...
Irk sorusuyla karşılaşmak
Sene 2002… ABD'nin çölleriyle ünlü eyaleti Arizona Büyük Kanyon Resmi Parkı'nda resmi bir binadayım... Parkın İnsan Kaynakları departmanında önüme uzatılan uzun forma bakıyorum… Yaklaşık 20 saatlik bir yolculuktan sonra tam olarak beklediğim karşılama bu değil ama önemsiz bir ayrıntı diye düşünüp formu doldurmaya başlıyorum. Ta ki etnisite ve ırk sorusuna gelene kadar... Şaşırıyorum. Seçenekler Siyah, Asyalı, Hispanik veya Beyaz (Caucasian) diye uzayıp gidiyor… Hayatımda ilk defa bu soruyla karşılaştığımdan olsa gerek görevliye soruyorum, baştan aşağı süzüp kararsız kalıyor sonra da Beyaz'ı tıkla diyor. Tıklıyorum. Sonraki yıllarda önüme uzatılan hemen her forma da yüzlerce kez karşıma çıkacak olan ırk ve etnisite sorusuyla ilk kez böyle tanışıyorum… Ve nedense her karşılaştığımızda aynı iç sıkıntısını yaşıyorum.
21 yaşında, Work & Travel programıyla ilk kez gittiğim ve sonrasında uzun yıllarımın geçeceği ABD'de 'en alttakilerle' ilk tanışmam bu program sayesinde oluyor. Kızılderililerin topraklarında kurulan ve onların kültürü üzerinden büyük bir turizm geliri yaratan, neredeyse her taşın toprağın markalanıp satıldığı bu parklar aynı zamanda Kızılderililerin yeni kuşaklarına ev sahipliği ve işverenlik yapıyor. Her keseye uygun otellerin olduğu parkta Kızılderililer etnik gecelerde Beyoğlu'nda görmeye alışık olduğumuz türden eğlencelerle misafirleri eğlendiriyor. Hediyelik eşya dükkanlarında kadim kültürlerinin her bir parçası eğlenceli hediyeliklere dönüşüyor. Rüya kapanları, Kızılderili reislerinin taçları, savaş aletleri ve daha nicesi raflarda neşeyle arz-ı endam ediyor.
8 ay boyunca çamaşırhanesinden, oda temizliğine, oradan ön büroya ve ön büro yöneticiliğine kadar farklı işlerde çalışırken ırkçılığın aslında sadece adının olmadığı ama kendisinin tüm ağırlığıyla olduğu, samimi görünen gülüşlerde, günlük hayatın bilumum ayrıntılarında saklı olduğu bir çok sahneyle karşılaşıyorum... Kapitalizmle soslanan ırkçılığın fenanın fenası olduğunu anlamama daha biraz var, ama kafamı derin bir kast sisteminin modern çağa yansımasının sert zeminine birden fazla kere çarpıyorum.
Ülkemden farklı olarak burada yasalarla güvence altına alınmış görünen ırkçılık mevhumunun aslında dolu dizgin sürdüğünü, insanın özünde saklı olanın yasalarla maskelemeyeceğini, bir şekilde eğilip bükülse de yine de aynı formu aldığını anlamam uzun sürmüyor… Zencilere asla ve asla 'nigger' denilmeyeceğini, bunun çok büyük bir hakaret olduğu, yasalarla korundukları sürekli kulağıma fısıldansa da etkinin tepkiyi doğurduğunu, bu yasaların aslında bu insanları hedef haline getirdiğini görüyorum baktığım bir çok yerde. 'Irk ve etnisite' konusunu işverenimizin ne kadar önemsediğini belirten belgeler, eğitimler veriyorlar sürekli bizlere. Öyle aşırıya kaçan bir kibarlık var ki bu konuda, altında bir şey yatmaması imkânsız diye düşündüğümü hatırlıyorum.
Öğrenciler hayata yüklü borçla başlıyor
Arizona'nın ardından 24 yaşında, yüksek lisansımı burslu olarak yapmak için Kentucky'ye taşınıyorum. Sene 2004. Hemen herkes devlete bir şekilde borçlu, pazar günleri alkol satışı yasak, muhafazakar bir eyalet burası... Okul arkadaşlarıma üniversiteden mezun olduğumu söylediğimde bana ilk sordukları 'ne kadar kredi borcumun kaldığı' oluyor. Çünkü okullardan alınan kredilerin neredeyse iş hayatının en az ilk 10 yılı boyunca geri ödendiği garip bir sistem var. Bu arada yabancı öğrenci olmama rağmen en az 5 tane kredi kartı yolluyor bankalar. Her birinin harcama limiti 500-1000 dolar arası.
Ayağın yorgana göre uzatıldığı bir dönem Türkiye için. Henüz Starbucks ile tanışmamışız, kredi kartı çılgınlığı başlamamış. Bu yabancı ülkenin bankalarının bana gösterdiği güven başlarda hoşuma gitse de giderek bir borç batağına saplanmanın ne demek olduğunu anlamaya başlayınca kartları kesip atıyorum. Her yerin dev AVM'lerle dolu olduğu ülkede, borç batağına saplanan bir halkın ne demek olduğunu anlıyorum. Zira insanlara ne verirseniz onu alıyorlar, dolu dizgin alışverişin devlet eliyle teşvik edildiği, metrekare başına düşen AVM sayısının gelişmişlik sayıldığı ve herkesin borçlu sayıldığı bir düzende insanları kontrol etmek daha kolay çünkü…
Mortgage krizine beş kala
Bu sırada tanıştığım aileler mortgage olarak adlandırılan, 30 yıl boyunca taksit ödeyerek ev alma kıskancındalar. 1 ay bile ödeyemeseler evleri ellerinden gidebilir endişesiyle dolular. (Nitekim takvimler 2008'i gösterip mortgage krizi baş gösterdiğinde bu kabus bir çoklarının gerçeği oldu) Bir ailenin yaşları 15 ile 65 yaş arasında olan tüm fertlerinin çalıştığı ve bunun karşılığında ayı ancak ucu ucuna getirebildikleri bir dünyaları var. Her şey ama her şey büyük bir kıskaç hissi yaratıyor bende. Sonra Sosyal güvenlik numaraları ve Yeşil Kart rüyası geliyor... İnsanı insanlıktan çıkarıp 9 haneli bir rakama indirgeyen, eğer puanınız düşükse 'hiç' olarak adlandırıldığınız bir kazananlar ve kaybedenler ülkesi…
Zaten 'loser' yani kaybeden kavramını derinden ilk ABD'de anlıyorum. Sistem anlatıyor. İnsanlar ikiye ayrılıyor: Kaybedenler ve kazananlar… Geldiğim topraklarda hüküm süren kültür sinsi bir ırkçılıktan her daim mustarip olsa da, bu 'loserlık' kavramı bize ait değil…
Cennetin çıkrığı: Yeşil Kart
Asıl işlerinden arta kalan zamanlarında garsonluk yapan Meksikalının, 40 derece sıcakta yoldan geçenlerin dikkatini çekmek için tabela görevi gören Kolombiyalının- böyle bir işin varlığından da ilk kez ABD'de haberdar oldum- , para biriktirip ailesini yanına getirmek için 1 yıl boyunca ekmek arası ketçap yiyen Zambiyalının, sahte evlilikle Yeşil kart almak için binlerce dolar ödeyip üzerine kandırılan taksi şöförü Türkün… Bir nevi 'ari ırka dönüşmek' için hayatının en güzel senelerini sadece çalışarak geçiren en alttakilerin değişmez rüyası Green Card... Demokles'in kılıcı gibi tepelerinde sallanan bu post modern cennetin çıkrığı, göçmen dost meclislerinin değişmeyen konusu…
2006 yılında San Diego'da göçmen baskını yapan FBI görevlisinin yeşil kart almak için sahte evlilik yapan bir arkadaşıma söyledikleri kulağımda çınlar hâlâ:
"Seni ülkene geri göndermiyoruz çünkü bu bizim devletimiz üzerinde bir yük, ama artık yeşil kart umudun kalmadı. Özetle bir hiçsin ve yarın öbür gün ananı babanı özleyip ülkene dönersin… Siz Türkler böylesiniz…"
Özetle, "Black Lives matter" ile başlayan, ancak sistemle sorunu olan insanları ülke ülke sokağa döken bu eylemler sadece ırkçılığa değil eşitsizliğe, terk edilmişliğe, umutsuzluğa tepki niteliğinde… Korona sürecine denk gelmesi ise tesadüf değil. Sağlık sisteminin yaşam veya ölümlerini tuz tanesi kadar önemsemediği 'kaybedenler' bu süreçten en ağır hasar alan kesim oldu. Siyahlar tarihsel olarak çok daha ağır bedeller ödeseler de bugün onlara destek veren tüm ırk, dil ve dinden insanlar bu sloganı evrenselleştirdi ve "İnsan hayatı değerlidir"e dönüştürdü. Sadece ABD'de değil, dünyanın her yerinde sistemin kendileri için çalışmadığını derinden hisseden milyonlar önce balkonlarda, şimdi sokaklarda "her hayat değerlidir" diye bağırıyor, devletlerin, hükümetlerin seslerini duymasını bir avazdan talep ediyor. Tıpkı bizlerin de 7 yıl önce Gezi Parkı'nda söylediği ve dünya vatandaşlarının bize eşlik ettiği gibi:
"Kurtuluş yok tek başına… Ya hep beraber ya hiç birimiz…"