1939 şartlarında Rize'de 45 kilo siyah çay üretilmesi radyo ve gazete aracılığıyla duyurulacak kadar önemli bir müjdeydi; yakın zamanda ithalat bitecek, artık Türkiye'ye yetecek kadar çay üretilecekti. Hatta 21 Mayıs 1939 çay bayramı olarak ilan edilmiş, Rize'de mülki erkanın önderliğinde kutlamalar bile yapılmıştı. Bugün 82 milyonun yüzde 96'sı her gün çay içiyor. Nereden nereye; mitinglerde çay dağıtılması boşuna değil! Acaba mitinglerde dağıtılan çaylar da Çaykur'dan mı? CHP Milletvekili Murat Emir Şubat 2019'da Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın seçimlerde dağıttığı çayların, hazinenin AKP'ye seçim için verdiği yardımdan mı, yoksa Cumhurbaşkanlığı bütçesinden mi karşılandığını, hangi firma veya firmalardan tedarik edildiği konusunda bir soru önergesi vermişti. Emir, "Üzerinden neredeyse iki yıl geçti ve henüz sorularımıza yanıt verilmedi," diyor.
Çaykur, Şubat 2017'de Varlık Fonu'na devredildi, alıcısını bekliyor. Gerçi Çaykur'un zararı Fon'a devredildiğinden beri artıyor ama mutlaka bir alıcı çıkacaktır. İlk AKP hükümetinde Çevre Bakanı olan İmdat Sütlüoğlu'nun 2011'de genel müdür olarak görevlendirildiği Çaykur'dan ayrılışı belki de AKP'nin gittikçe yaygınlaşan sınırları muğlak istifa/görevden alma uygulamalarının ilki sayılabilir. Sütlüoğlu, 24 Nisan 2018'de milletvekili adayı olmayacağını açıklamak üzere yaptığı basın toplantısında Çaykur'un neden zarar ettiği konusundaki sorular üzerine zarardan hükümeti sorumlu tutunca iki gün sonra yazılı bir açıklama yaparak, cumhurbaşkanının isteği üzerine istifa ettiğini açıklamıştı.
Sütlüoğlu'nun yerine vekaleten Genel Müdür Yardımcısı Yusuf Ziya Alim atanmıştı. Sütlüoğlu'nun başlattığı ve Çaykur'un internet sitesinde duyurulan projeler ne olacaktı peki? Mesela beyaz çay ektratından üretilecek "kanser hastalarına ümit olacak JP53 projesi". Proje için defalarca Japonya'ya gidip gelinmiş, kurumun resmi sitesinde kapsamlı açıklamalar yapılmış, neticesinde Türkiye'nin dört bir yanında insanlar beyaz çay peşine düşmüştü. Alim, Çaykur'un böyle bir projesi olmadığını söylüyordu. Nitekim bir gün içinde kurumun resmi sitesinden JP53 haberleri kaldırılıverdi. Peki projenin 600 bin dolarlık faturası kime çıktı? Çaykur bu konuda bir açıklama yapmasa da Sütlüoğlu istifa ettirilmek suretiyle görevden alınmasından altı ay sonra verdiği bir röportajda, Türkiye'nin ilk kanser tedavi ilacının Japonya'da depolarda beş aydır bekletildiğini ve bu ilacı bekleyen binlerce insanın olduğunu ancak ilaç bedelinin bir kısmının ödenmediğini söyledi. Çaykur tarafından 240 bin doları ödenen ilaçlar için 360 bin dolar daha ödeyebilseydik depolarda bekleyen 40 bin paket ilaç Türkiye'ye gelecekti ama olmadı! Japonlar da verdikleri sözü tutan insanlar oldukları için ilaçları kendi adlarına piyasaya sürmemiş olmalılar ki bir daha JP53'ün ismi duyulmadı. Bir de Güney Amerika'da uzun incelemelerden sonra girişilen Stevia (şeker otu) Projesi var ki, onun da kurumu 15 milyar lira zarara uğrattığı iddia ediliyor. Gerçi kurumun 2019 yılında 733 milyon lira zarar ettiği düşünülürse bunlar küçük devede kulak.
Batum'dan getirilen fidan ve tohumların Rize'de dikilmesiyle 1924'te başlayan Türkiye'nin çay macerası, ülkenin kamu iktisadi teşekküllerinin mikro tarihçesi gibi: Kuruluş heyecanı, muhalefet, bürokratik hantallık, askeri darbe, seçim arpalığına çevrilme…
Varsın Çin, benim çayımı göndersin
Cumhuriyet'in ilk yıllarında memleketin büyük bölümünde olduğu gibi Karadeniz de büyük bir yoksullukla baş etmeye çalışıyordu. 1922'deki büyük kuraklık nedeniyle Ordu ve çevre illerde halk açlık tehlikesiyle karşı karşıyadır. Yeni üretim alanları ve gelir getirici faaliyetlerin neler olabileceği üzerine yoğun araştırmalar yapılır. Başta Rize olmak üzere, Karadeniz için önerilen, Batum'dan çay fidan ve tohumlarının getirilerek çaylıkların kurulması olur. Ziraatçı Zihni Derin öncülüğünde hazırlanan kanun teklifi Meclis'e geldiğinde yoğun tartışmalara neden olur. Öncelikle neden sadece Rize için özel bir kanun hazırlanmıştır, ikinci olarak daha önce Anadolu'da hiç yetiştirilmemiş bir ürün için neden bir maceraya atılınmaktadır, son olarak da üretim için kamulaştırılması istenen araziye Lozan Antlaşması çerçevesinde Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesi çerçevesinde gelecek olanlar yerleştirilecektir.
Meclis'te uzun tartışmalar olur. 4 Şubat 1922 tarihli 154 sayılı gizli oturumda, İktisat Vekili Sırrı Bey, "...Sahildeki memleketler hakikaten aç bir haldedirler. Dahilden alamıyorlar. Bugün Zonguldak'ta yirmi beş liraya bir çuval un satılıyor. Ordu, Rize, Giresun, hatta Bartın bile -bugün haber aldım- aynı haldedir; baştan başa açlıktan feryat ediyorlar. Bunlar dahilden aldıkları zahire ile geçinemiyorlar..." diye durumu özetler. Neden çay, neden Rize konusunda ise Zonguldak mebusu Tunalı Hilmi Bey'in sözleri ortalamayı özetler nitelikte:
"Az masrafla, az emekle memleketimizin birçok yerlerinde fındıkçılık, portakalcılık, mandalinacılık olabilir. Çaycılık hayaldir arkadaşlar! O kadar ileri varamayız. Varsın Çin, benim çayımı göndersin. Yeter ki, bol bol portakal yetiştirelim. Portakal bize para kazandırır. Fakat çay kazandırmaz. Bu milletin çay gibi ince işlerle uğraşacak vakti yoktur."
Uzun tartışmalardan sonra 1924 yılında ilk Çay Kanunu çıkar. Çay yetiştiriciliğiyle birlikte kademeli olarak yıllar içinde, paraziter hastalıkların en yüksek olduğu bölgedeki hastalıklar da azalır ve tıp fakültelerinin halk sağlığı bölümlerinde okutulan örnek vakalar arasına girer. Para kazanmaya başlayan halkın ayakkabı sahibi olmak da dahil yaşam koşullarında bariz gelişmeler olur.
Çaylıklar gelişirken çay işleme fabrikalarının kurulması aşamasında da muhalefet halen devam etmektedir. Meclis'te yatırım maliyeti ile ithalat rakamlarını karşılaştırıp, ithalatın daha kârlı olduğunu söyleyen büyük bir grup vardır. İthalat köklü bir gelenek memlekette! Yine de ilk fabrikanın temelleri atılır. 1930'a bürokrasi ve siyaset marifetiyle çay üretim faaliyetleri ağır aksak yürür. Türkiye'de çay yetiştirilebileceğine dair güvensizlik medya çevrelerinde de oldukça yüksektir. Server Bedii takma adıyla yazan Peyami Safa'dan Burhan Felek'e, bu topraklarda kaliteli çay üretilemeyeceğine dair yazan pek çok kalem vardır.
Hırsızların gözdesi çay
Her türlü karaborsanın tepe yaptığı İkinci Dünya Savaşı yıllarında, polis operasyonlarında ele geçirilen malzeme arasında çay da vardır. Halen çayın karneyle dağıtıldığı bu dönemde Tekel, Türkiye'nin çay ihtiyacını ithalat yoluyla karşılamaktadır; 1947 yılında kişi başına çay dağıtımı aylık 12,5 gramdır. Tüketici baskısı, politikacıların bu baskılara boyun eğişi zaman zaman çayın kalitesinin bozulmasına neden olur; çayın hiç kullanılmaması gereken kart ve sert yapraklarına kadar alımlar yapılır.
Üretim cephesinde işler bu noktadayken, halk arasında çay artık günlük hayatın vazgeçilmez bir parçasıdır. Gazetelerde, öğrencilerin çay partilerinin duyuruları vardır. İş öyle bir hale gelir ki, velilerin şikayeti üzerine İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü, 1956'da, eğitim döneminde çay partilerine izin verilmeyeceğini basın yoluyla duyurur.
Halil Lütfi'nin evinden bir paket çay çalındı
Tan Matbaası sahibi Halil Lütfi Dördüncü'nün Burgaz Adası'ndaki evine hırsız girmiştir. Zâbıta, evi altüst ettikten sonra bir kavanoz içinde bulunan bir paket çayı çalarak kaçan bu garip hırsızı aramaktadır. (Milliyet, 19 Ekim 1956, s.2)
|
12 Eylül geliyor
Çayın en önemli dönemeçlerden biri 6 Aralık 1971 tarihi kuşkusuz. Bu tarihte Tekel'den ayrılarak, tüzel kişiliğe sahip, faaliyetlerinde özerk ve sorumluluğu, sermayesi ile sınırlı bir devlet teşekkülü olan Çay Kurumu (Çaykur) kurulur. Siyaset ve kamu iktisadi teşekkülleri arasındaki habis ilişki, çayın peşini hiç bırakmaz. Kanunda hak ve sorumluluklar net olarak tarif edilse de Karadeniz'deki bu en büyük gelir ve istihdam kaynağı, hükümetlerin en sevdiği propaganda aracı olur. 1958'de kalite kontrollerden geçip ihraç edilmeye başlanan çay, 60'lerin ortasında geri gönderilmeye başlar. Artık kişi başına tüketim yarım kilo civarına çıksa da, fabrikaların merdiven altlarından çatı katlarına kadar çay stoklarıyla doludur. Merkezden gelen emirlerlerle standart dışı çay almaktadır fabrikalar. 1971'de çayın kilo maliyeti 24 lirayken kalitesi o kadar düşüktür ki, 283 kuruştan ihraç edilmektedir. 1973'de Çaykur yönetimi, tekrar kaliteli çay üretme ve siyasi baskılara boyun eğmeme kararı alır ve başarır da ama kısa bir süre sonra yönetim kademelerinde merkezden muhtelif değişiklikler yapılır! 80'li yıllara kadar Çaykur'un bir yıldan fazla görev yapan genel müdürü yok gibidir zaten.
Limanda toplanan kalabalık Rize'nin ilk kez çay ihracatı yapmasını kutluyor. İskele girişindeki afişte "Çayın ihracı Rizemiz için uğurlu olsun." yazıyor
70'li yıllarda Çaykur grevlerle de çok sık gündeme gelir. Nitekim 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra Çaykur ve işçi hareketleri de Kenan Evren başkanlığındaki Milli Güvenlik Konseyi'nin gündemine gelir. 17 Mart 1982'de, Danışma Meclisi'de hazırlanan Çaykur Kanunu'nun MGK'da üzerinde en fazla durulan maddeleri, üretimin neden düştüğü, yönetim kurulunda kimlerin olacağı olur. Danışma Meclisi, yönetim kurulunda bir işçi bir de üretici temsilcisi olmasını önermiştir. Oramiral Nejat Tümer, "Diğer uygulamalarda da görüyoruz ki, yönetime katılmış olan birçok işçi temsilcileri sonra büyük problemler yaratmakta ve müessesenin çalışmasına çok ters etkilerde bulunmaktadırlar. Bunlar vakıa ile malum. (…) Binaenaleyh, sermayesi 10 milyara çıkmış bir müessesede hakikaten bir işçi temsilcisinin bulunmasına hiç lüzum yok," der ve diğer üyelerin de katılımıyla işçi temsilcisi yönetim kurulundan çıkarılır. MGK Genel Sekreteri Orgeneral Necdet Üruğ da üretici temsilcisini gereksiz bulur: "Çay üreticisi olmaz efendim; bu bir yönetici değildir." Milyarlık şirketin yönetimine sen tut bir işçi, bir de çiftçi koy, olacak şey mi! Oysa başta Rize, çay yetiştirilen tüm bölgelerde her aile hem çay yetiştirmekte hem de çay fabrikalarında çalışmaktadır.
Peki her derde deva 12 Eylül darbesinden sonra çay üretimi neden birden bire düşmüştü? Evren Paşa'ya izahat şöyle yapılır: "Sayın Başkanım, buyurduğunuz hususu birkaç madde halinde cevaplayarak izahat verebilirim. Birinci önemli unsur, çayın evsafa uygun olarak alınmasıdır. Daha önce, ne getirilirse alınıyordu. ikinci unsur; daha önce makasla toplanıyordu çay nebatı; âdeta maki kırpar gibi makasla kırpılıyordu; böylece bu, daha süratli ve daha ucuz bir çay toplamaya imkân veriyordu. Kanaatimizce, başlangıçta direnişte bulundu; bir müddet getirmezse, bu tatbikat belki değişebilir diye. Üçüncü husus: Ruhsat almayan kaçak çaylıklar vardı, bu da bir hayli miktarda idi. Bunlarda da bu sene ciddî bir takibat yapıldığı için, burada üretilen çaylar da tabi fabrikaya getirilemedi." Askeri disiplin içinde iç tüketimi karşılayacak çay üretimi yapılamayınca 1982'de, çay ihtiyacı Çaykur stoklarından karşılanabilir.
Hem Özal hem Çernobil
80'li yıllar çay üretiminde en radikal değişikliklerin yaşandığı yıllar oldu. 12 Eylül darbesinden sonra yapılan ilk genel seçimde Anavatan Partisi iktidara geldiğinde, Cumhurbaşkanı Kenan Evren ve Başbakan Turgut Özal en azından çay konusunda uyumlu bir ilişki içindeydiler. Özal, çay fiyatının yüksekliğine vurgu yaparak üreticiyi ithalata gitmekle tehdit ederek başladığı faaliyetini çayı, özel sektöre açarak tamamladı.
Artık çay üreticileri kuralları muğlak özel sektörle karşı karşıya kalmıştı. "Uyuşmazlıklarda İstanbul mahkemeleri yetkilidir" yazsa da pek uyuşmazlık çıkmadı, özel sektör ne verdiyse üretici ve işçi de bunu kabul etmek zorunda kaldı. Çaykur'un kontenjan ve kota uygulamasıyla Özal, özel sektöre en büyük desteği vermiş oldu.
12 Eylül ve Özal yetmezmiş gibi, 1986'daki Çernobil nükleer faciasından sonra Çaykur tam bir kabusun içinde buldu kendini. 1986'dan sonra uzun süre ihracat yapamayan kurumun o yıl yurt dışına gönderdiği tüm ürün iade edildi. Peki radyasyonlu çay ne olacaktı? Atom Enerjisi Kurumu'nun denetiminde yakılmasına karar verildi ama nerede? Kamyonlara yüklenen çaylar neredeyse her kentten kovuldu. Çayların beton kuyulara gömülerek imha edileceği söylense de radyasyonlu çayların akıbeti bügün bile meçhul. Karadeniz Teknik Üniversitesi kampüsü genişletilirken iş makinalarının içi çay dolu beton bir kuyuyla karşılaştığı düşünülürse, gömülen yerlerin haritalanmadığı da ortada. Kampüsten çıkarılan çayların nereye götürüldüğü ise bilinmiyor. 1986'dan akılda en fazla kalan görüntü ise Sanayi ve Ticaret Bakanı Cahit Aral'ın kameraların karşısına geçip çayını yudumlaması oldu. Aral, Özal'ın, "İç de millet rahatlasın," demesi üzerine çayı içmişti.
Nerden nereye!