Yıllar önce ben küçük bir ortaokul öğrencisiyken evimize renkli televizyon alınmasının heyecanıyla ekranın karşısına hep beraber kuruluyorduk. Kışları köyden babamın zoruyla gelip bizimle kalan babaannem de renkli televizyon gelişmesine çok ama çok sevinmişti. Artık televizyonun renkli bile olabildiğine göre birkaç Kürtçe kelam edeceğinden ve arada türküler çalacağından şüphesi yoktu. Televizyonda ünlü olmuş bir yakınını arar, bekler gibi kendi dilinden duyacağı birkaç kelime umdu durdu, olmadı. Birkaç gün sonra babama renkli televizyonun bir halta yaramadığını, renkli alacağına Kürtçe konuşan bir alet almasının çok daha hayırlı olacağını posta koyarak söyledi. Herkes güldü geçti ama babaannem gülümsemedi bile. Babam TRT 6’ya yetişti, babaannem kendi dilinin yasaklı bile olduğunu bilmeden bekleyerek öldü.
Annemin Şarkısı konusu itibariyle eminim milyonlarca Kürt vatandaşın şehirlileşme sürecinde köklerinin sancıma hikayesini bir yerinden yakalıyor. Üstelik filmin kahramanı Ali gibi şehre uyum sağlamış, kendi ağlarını kurmuş ve neredeyse sürüldüğü toprakları eski bir rüya, unutulmuş güzel bir anı, çocukken seyredilmiş samimi bir film gibi geride bırakmış pek çok izleyicinin şehir seyrine tercüman oluyor. İki dili de günlük hayatlarında kullanan adeta şehrin kılcallarında bu küçük diyaloglarla soluklanan ve var oluşunu da bu kılcallardan üreten yeni ve entelektüel Kürt profili sükunetle anlatılıyor.
Anne Nigar önce köyünden sonra kentsel dönüşüm sürecinde mahalle edindiği semtinden sürülmüş bir bakteri gibi genel dokuda sırıtıyor, atıldığı gökdelenkondulara sığamıyor, oturduğu apartman katında sahile vurmuş balık çaresizliğinde çırpınıyor, kendi denizini bulmaya çalışıyor. Özlüyor çok özlüyor. Ali annesi hastalandığında ilaç, doktor yerine bari bir ses, bir söz, bir nefes olur umuduyla tezgahların işportaya düşmüş kasetlerinde annesinin şarkısını arıyor. Nigar’ın istemesine azıcık hoşgörüyle bakılan tek şey de bu şarkılar zaten. Ama ne yazık ki varlığı yıllarca bilinmeyen bir dil olarak etiketlenen kültürün izleri de çoktan silindiğinden isteği absürt bir fanteziye dönüşüyor.
Şehrin gökdelenkondularında diğer oğlunun resmi kucağında her günü neredeyse Cumartesi Annesi bekleyişinde yaşayan Nigar ve Camus’ünün Meursalt’ını andıran oğlu Ali’nin yabancılaşmasında, korkunç sert bir kabullenme gündelik sığ rutini iyice somutlaştırıyor. Ali sevgilisinin istemediği şok hamileliğini, annesinin şarkı diye tutturmasını, çalıştığı yerdeki üstünün saçma bulduğu ceza yaptırımını, kardeşinin internet üzerinden yorucu gelen telkinlerini, yayınevinin zamanı daraltan beklentilerini itirazsız kabul ediyor. Ailesi, sevgilisi ve öğrencileri için kendisini paralayan, beklentilere pek itiraz edemeyen ancak son nokta da belki de en azından annesinin ölümünün bir ölçüde özgürlük ve kurtuluşu olduğunu düşünerek akmayan akışa teslim olan Ali’nin yabancılaşmasını kıran tek aksiyon yazma eylemi ve hevesi oluyor. Belli ki Ali’nin oksijen çadırı ve yaşam alanı yazma eylemiyle gerçekleşiyor. Kökleri dışarı atılarak asimile edilen bir kuşağın çocukları yabancılaşmanın sancısını belki de mecburen sanatsal üretimle azaltıyorlar.
Annemin Şarkısı bulanamıyor ve zaten babaanneme de Kürtçe bir söz kendi ülkesinin televizyonun da çok görülmüştü.