12 Haziran 2022

İstanbul sefarethaneleri (VIII) | Dost mu düşman mı anlamadık gitti! - Rusya

Yirmi yıl civarı süren barış döneminde Konstantiniyye'ye birkaç büyükelçi gelir gider, aynı binada kira ödeyerek oturur, ta ki Kutsal Roma İmparatorluğu olarak Avusturya'nın da bulaşacağı beşinci Türk-Rus savaşı 1735'te patlayana dek

Aynı nakaratların tekrar edildiği ilk, orta ve lise tarih derslerimizde beynimize kakılarak Rusya ile tarih boyunca 12 kez savaştığımız öğretilir. Bunların üç ya da dördünden biraz bahsedilir, hiçbir zaman tam liste verilmez, çünkü öğretmen de o sırada hatırlamaz hepsini. Tabii savaşmak için bile olsa, iki ülke, iki halk, iki kavim ya da iki ırkın bir şekilde iletişim içinde olması gerekir.

Rus dediğimiz Doğu Slavlardandır (Ruslar, Beyaz Ruslar, Ukraynalılar), Türk ise ana damar Türktür işte. Asya'daki anayurtlarından göçmeye başlayan Türklerin Hazar Denizi ve Karadeniz'in kuzeyini izleyen kanadı Ukrayna'nın steplerinde Ruslarla karşılaşmış, belki itişip kakışmış ama sonuç olarak aynı coğrafik bölgede uzun, çok uzun süre birlikte yaşamış olduklarını göz önünde bulundurun lütfen. İletişim ta o zamanlar başladı demek istiyorum yani.

Devran dönmüştür sonra. Taraflar arasında ilk dolaylı diplomatik ilişkinin tarihi 1492'dir; bizden tarafta Osmanlı Sultanı II. Bayezid tahttadır, diğer tarafta ise Moskova Knezi (Dükü) III. Ivan ya da çok bilinen adıyla Büyük Ivan. Doğal olarak atılan ilk adımlar ticari ilişkileri düzenlemeyi hedef almıştır. Ancak dikkate alınması gereken nokta, Bayezid'in Konstantiniyye'yi fetheden pederi II. Mehmed'in kendisini Roma İmparatorluğunun varisi ilan ederek "Sultan-ı Rum" unvanını almış olmasına karşılık, Büyük İvan'ın da son Bizans İmparatorunun yeğeni Sofia (Zoe) ile evlenmesi ardından, Ortodoks Kilisesinin de verdiği destekle kendisini Yeni Roma'nın varisi olarak görmesi, mühür olarak Bizans'ın çift başlı kartalını devşirmesi, Romalıların "Sezar" unvanının karşılığı olan "Çar" unvanını kullanmaya başlaması ve İstanbul'u da "Çarigrad" olarak anmasıydı.

Büyük İvan ve mührü

Öyle de Osmanlı'nın umurumda değildi bu durum. Hatta Moskova'yı doğrudan muhatap bile kabul etmiyor, ilişkilerini kendisine bağlı bulunan Kırım Hanları aracılığıyla yürütüyordu. Nitekim İstanbul'a ilk Rus Elçisi Michail Andreevic Pleşçeyev (1496-1498) ve ardından ikinci Elçi Aleksey Golohvastov'un kabulü için Kırım Hanı I. Mengli Giray aracı olmuştu. Ancak her iki devletin hedefi hükümranlığı altındaki toprakları genişletmek olunca çatışma kaçınılmazdı. Nitekim Rusya'nın başına dengesiz kişiliği ve vahşiliği ile tanınan, Korkunç Ivan lakaplı IV. Ivan'ın geçmesi ve art arda savaşlar sonrasında önce VI. yüzyıldan beri ayakta duran Kazan Hanlığını, ardından da Astrahan Hanlığını yok etmesiyle Osmanlı'da savaş borazanları ötmeye, davulları gümbürdemeye başladı.

Tahtta "Sarı Selim" ya da "Sarhoş Selim" lakaplı II. Selim vardı ama devlet işleri Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa'dan sorulurdu. Sadece zamanımızda çılgın projeler olacak değil ya, o zaman da bu Paşa tutturmuştu "Kanal da kanal!" diye.[1] Onun derdi iki denizi değil, iki nehri, Don ve Volga nehirlerini bir kanalla birbirine bağlamaktı. Nasıl olacaksa, bu kanal vasıtasıyla Rusların Aşağı Volga bölgesine inmesi engellenecekti! Hava şartları çok kötüydü gerçi ama tam zamanıydı, Kazan'ı ve Astrahan'ı zapteden Ruslara hadlerini bildirmek iyi olurdu. Osmanlı ordusu Astrahan'ı Rusların elinden almak üzere 1569 yılı sonlarında bölgeye gönderilip, refakatlarında giden ustalar kanalın yapımına başlarken, Osmanlı donanması da Azak Denizi'ne girerek Azak Kalesi'ni kuşattı. Hayal etmek çok güzel bir şeydir de, gerçeklere toslayınca hızla kaybolur gider. Nitekim hepi topu 16 günde Ruslar yeniçerilerin ve ustaların neredeyse tamamını yok ederken, hava şartlarına dayanamayan Osmanlı Donanması da tarumar olup gitti. İşte size tarihte kayıtlı ilk Türk-Rus savaşı!

Bu defa Kırım Hanlarının aracılığına falan gerek yoktu elbette, 1570 başlarında Korkunç Ivan'ın İstanbul'a gönderdiği büyükelçiler eliyle imzalattığı Barış Antlaşması/Saldırmazlık Paktıyla Osmanlı İmparatorluğu Don-Volga Kanal Projesinden vazgeçiyor, Rus Çarlığının Aşağı Volga bölgesindeki hükümranlığını kabulleniyor, buna karşılık ancak Orta Asya'dan hac ve ticaret kafilelerinin güven altında geçmesine izin koparabiliyordu!

Bu yazının Türk-Rus savaşları tarihine dönüşmesi değil niyetim. Bu nedenle arada iki savaşın daha yer aldığı 130 yılı atlayıp, Osmanlıların "Gerileme Dönemi"nin başlangıcı sayılan, Kutsal İttifak Savaşlarını noktalayan 1699 tarihli Karlofça Antlaşması ve ertesi yıl Rusya ile imzalanan İstanbul Antlaşmasının hemen ertesine geleceğim. Çarlık tahtında bulunan Büyük Petro, artık zamanı gelmiştir diye düşünmüş olmalı ki 1702 yılında ilk yerleşik Rus Büyükelçisi olarak Kont Pyort Tolstoy'u Konstantiniyye'ye gönderir.

İstanbul'daki ilk Rus Büyükelçisi Kont Pyort Tolstoy

Tolstoy Pera'da bir Rum vatandaşın evini kiralar ve bayrağı çekip Çarlık temsilciliğini açar. Rusların kiracı olarak 30 yıldan fazla kullanacakları binadır bu.

Petro'nın gözdelerinden olan bu Tolstoy Efendi yüksek Rus aristokrasisine mensup Tolstoy sülalesindendir; sırtı sağlamdır yani. (Çok sonraları ünlü bir yazar olarak karşımıza çıkacak Leo Tolstoy'un ecdadından olduğunu da not etmeden geçmeyelim.) Muhtemelen böyle düşündüğü içindir ki, Çar Petro "Büyük Kuzey Savaşları"yla İsveç İmpatorluğunu tarihin sayfalarına gömerken, Osmanlıların İsveçlilere yardım göndermesini engellemek için her yola başvurur Tolstoy Efendi. Fakat bardağı taşıran damla, Osmanlı'ya sığınan kaçak İsveç İmparatoru XII. Karl'ın derhal Rusya'ya iadesi talebiyle ortalığı ayağa kaldırması olur. "Haddini bil!" denir kendisine ve tutuklanıp Yedikule'ye hapsedilir. Tahmin edileceği gibi Rusya için yenir yutulur bir davranış değildir bu. Fakat bir yandan da XII. Karl, Ruslara karşı harekete geçmesi için Osmanlı'yı kışkırtıp durmaktadır. Nitekim ilk savaş ilan eden Osmanlılar olur. 1710-1711 yıllarını kapsayacak dördüncü Türk-Rus savaşı böylece başlar ve bu kez ünlü Baltacı Mehmed Paşa komutasındaki Osmanlıların, hafif süvari güçleriyle yardıma gelen Kırım Hanlığının desteğiyle Prut'ta Büyük Petro'yu dize getirip Prut Antlaşmasını imzalatmasıyla son bulur.

Prut Savaşı

Zafer ilk başlarda Payitahtta kutlamalara yol açarken, Büyükelçi Tolstoy da hapisten çıkarılır. Öyle de, İsveçli Karl'ın fıştıklamalarıyla Babıali'de savaş şahinleri kısa zamanda baskın çıkacak, Baltacı Mehmed Paşanın yediği rüşvetler sonucu barışı ucuza sattığını, Prut Antlaşmasını çok yumuşak maddelerle geçiştirdiğini ileri sürecek ve Paşanın azlini sağlayacaktır. Tamamen bir safsatadan ibaret olan Baltacı Mehmed ve Çariçe Katerina efsanesi de bu kapsamdadır. Her neyse, bizim konumuz açısından belirtilmesi gereken nokta, Büyükelçi Tolstoy'un da bu arada tekrar Yedikule'yi boylamış olmasıdır. Fakat bu arada tahttaki II. Ahmed olan bitenden çok sıkılmıştır artık; savaşmak niyeti de yoktur. En doğru yolu seçer, güvenli geçiş hakkı elde edilmiş olan baş belası İsveç Kralını kendi memleketine yollar ve Rus Çarlığı ile barışı perçinleyen antlaşma Edirne'de, Haziran 1713'te imzalanır. Tolstoy Efendi yine serbesttir artık. Ertesi yıl da Moskova'ya kesin dönüş yapar. 

Yirmi yıl civarı süren barış döneminde Konstantiniyye'ye birkaç büyükelçi gelir gider, aynı binada kira ödeyerek oturur, ta ki Kutsal Roma İmparatorluğu olarak Avusturya'nın da bulaşacağı beşinci Türk-Rus savaşı 1735'te patlayana dek. O zamanki büyükelçi uluslararası kurallar gereği mührünü ve binanın anahtarlarını üçüncü bir ülkeye, İngiliz Büyükelçisine teslim ederek kenti terkeder. Bu savaş dört yıl sürecek, bu arada kiraları alamayan ev sahibi binayı satmaya kalkışacak, bu haber Moskova'ya ulaşınca Rusya hem binayı hem de etrafındaki araziyi almaya karar verecek ve İngiliz Büyükelçisi aracılığıyla bu emellerine ulaşacaktır.

1739'da imzalanan Niş Antlaşmasıyla barış sağlanınca yine bir seri Rus büyükelçisinin artık kendi mülkiyetlerindeki Grand Rue de Pera (İstiklal Caddesi) üzerindeki binada görev yaptığını görüyoruz. Derken efendim Eylül 1767'deki Beyoğlu yangınında Rus Büyükelçiliği de nasibini alır elbette. Bu defa çalışmalarına devam edebilmek için Ruslar biraz ötede, caddenin karşı yakasında bulunan Narmanlı Han'ı kiralar. Ama bir de Sefir Efendi Yakov Bulgakov'a iyi bir ikametgâh gereklidir. Ona da çare bulur kendileri ve İngiliz Büyükelçisi Ensley'in mülkiyetinde bulunan Büyükdere sahilindeki harika araziyi içindeki köşkle birlikte satın alıp yerleşir. Bina sonradan bazı eklemelerle yeniden inşa edilmişse de günümüzde hâlâ Rus Büyükelçileri ve Başkonsoloslarının yazlığı olarak kullanılmaktadır.

İstanbul, Büyükdere Rusya Yazlık Sarayı (SALT Arşivinden)

Tahmin edileceği gibi yangından sonraki yıllarda yeni bir büyükelçilik binası yapımı ön plana çıkacak ve her gelen büyükelçinin derdi haline gelecektir. Konstantiniyye ile yeni Rus İmparatorluğu başkenti St. Petersburg arasında yazışmalar, raporlar, her sefer baştan yaptırılan projeler gelir gider. Derken... Ağustos 1831 Büyük Beyoğlu Yangını da her tarafı kül etmesin mi! Artık kesin olarak yeni bir sefaret binası, yok değil, Rus İmparatorluğunun şanına yakışır yeni bir "Sefaret Sarayı" gereklidir. Çar Hazretleri bir milyon ruble para ayırır bu iş için, ayrıca Rusya'dan gemiler, gemiler dolusu toprak getirilip araziye serilir. Demek ki gerçek Rus toprağı olması önemliymiş onlar için! Seçilen mimar İsviçreli Gaspare Fossati olacaktır, hani şu ilerideki yıllarda Konstantiniyye'ye damgasını vuracak Fossati Kardeşlerin büyüğü. Onlar ayrı bir yazıyı hakkederse de biz gelecek yazımızda Rusya Sefaret Sarayına yoğunlaşalım.


[1] Kanal fikrinin ilk kez Pargalı Makbul/Maktul İbrahim Paşa'dan çıktığı söylenir.

Yazarın Diğer Yazıları

Bilgi tapınakları | Dünyanın en güzel kütüphaneleri (XXI): Milli Kütüphane

Daha 1963 yılında ikinci ilave bina yapılırken, bunun dahi ileride yeterli olmayacağı biliniyordu. O tarihlerde Türkiye artık planlı kalkınma dönemine girmişti. Ülkenin tek milli kütüphanesinin artık geniş bir alanda, geleceği de düşünerek yeterli büyüklükte olması planlanıyordu

Bilgi tapınakları: Dünyanın en güzel kütüphaneleri (XX): Türkiye topraklarında resmi kütüphaneler

Galiba artık kendi ülkemize uzanmanın zamanı geldi. Bu bölümde sizlere Türkiye'nin en büyük, en önemli ve elbette bana göre en güzel kütüphanelerini anlatacağım. Böylece bir bakıma ülkemizin resmi (devlet ya da ulusal) kütüphanecilik sürecini de yansıtmış olacağım