02 Haziran 2019
Bu yılki programını hayatı belirleyen zıtlıklardan ve ikililiklerden ilham alan bir repertuarla şekillendiren İstanbul Müzik Festivali, aslında sadece konser düzenleyen bir organizasyon değil. Şehrin adını üzerine geçiren bu festival, her sene özgün bir mekanı konser salonuna dönüştürerek veya Müzik Rotası gibi etkinlikleriyle tarihi semtlerde bol müzikli bir yolculuğa çıkarak İstanbul’un kültürel kimliğinde istikrarlı bir rol üstleniyor.
Neredeyse yarım asırı geride bırakan İstanbul Müzik Festivali, çağdaş müzik sahnesine katkıda bulunan projeleri ve fonlarıyla hem yeni eserlerin ortaya çıkmasında hem de genç müzisyenlerin yetişmesinde de oldukça aktif. Özellikle genç kadın müzisyenlerin eğitimine destek sağlamayı amaçlayan Yarının Kadın Yıldızları fonu, bu coğrafyanın dünya sahnelerine yeni isimler kazandırması açısından ayrıca mühim.
İstanbul Kültür Sanat Vakfı ve festival bünyesinde geçirdiği on yılın ardından geçtiğimiz yıl İstanbul Müzik Festivali’nin direktörlüğünü üstlenen Efruz Çakırkaya ile bu uzun soluklu festivalin sahiplendiği görevleri ve bu yılın karanlıklardan aydınlıklara uzanan programını konuştuk.
Uzun yıllar boyunca İKSV’de çalışanların hep gönülden bağlı bir hikayesi oluyor. Sizin İKSV ile hikayeniz nasıl başladı? Dil üzerine çok farklı bir alanda eğitim aldıktan sonra festivallerle yolunuz nasıl kesişti?
Konservatuvarda klasik bir müzik eğitimi almadım fakat klasik müziğe olan aşkım hep vardı. İlkokul yıllarından itibaren özel dersler aldım, enstrüman çalmayı öğrendim. Üniversitede okurken de Hacettepe Üniversitesi’nin çoksesli korosunun derslerine dışarıdan katılırdım; hafta sonları veya kendi derslerimden sonra koşarak oraya giderdim.
Sonrasında da şansım yaver gitti diyebilirim. Ankaralıyım ve üniversiteden mezun olduktan sonra bir master programını tamamlamak için İtalya’ya gittim. Dönüşümde iş ararken, benim bu klasik müzik aşkımı bilen bir arkadaşım vasıtasıyla Bilkent Senfoni Orkestrası’nın bir yönetici aradığını öğrendim ve görüşmelere gittim. İşe kabul edilmemle birlikte hayatım değişti diyebilirim. Ben orkestranın yıllık programının planlamasını ve operasyonunu üstlenirdim. O dönem her yıl orkestrayı İş Sanat’ta bir konser için İstanbul’a turneye getiriyorduk. İstanbul Müzik Festivali’nin bir önceki direktörü Yeşim de (benim eski Direktörüm Yeşim Gürer Oymak) İş Sanat’ın başındaydı ve onunla işbirliği yapardık. Onunla yollarımız kesişince İKSV ile de kesişti diyebilirim çünkü Yeşim İş Sanat’taki görevinden sonra İstanbul Müzik Festivali’nin direktörü oldu ve buradaki ikinci yılında ben de onun ekibine dahil oldum.
2008’den 2018’e, on yıl boyunca Yeşim’le omuz omuza, dirsek dirseğe çalıştık. İlk iki yıl sadece ikimizdik. Böylesine büyük bir organizasyonu iki kişilik bir ekiple yapmak gerçekten çok zordu ama ikimiz de bu işe o kadar aşığız ki, bir noktadan sonra hayatımızın çok büyük bir parçası haline geldiği için ‘‘iş’’ olarak görmeyi bırakıp her türlü zorluğuna rağmen beraber büyük bir adanmışlık ve mutlulukla çalıştık.
Devir teslim süreci de bir o kadar duygusal oldu o zaman…
Bu yılki İstanbul Müzik Festivali basın toplantısında yaptık devir teslimi ve konuşmaların sonunda artık gözyaşlarıma hakim olamıyordum. Aynı süreçte ekibimizin en önemli üyesi Ayşe Emek de emekli oluyordu. Yıllarca beraber iş çıkarmış, çalışmış, üzülmüş, sevinmiş, heyecanlanmış; dolayısıyla bir aile haline gelmiş bir ekibin yavaş yavaş yollarının ayrılması da çok duygusal olabiliyor. konuşmamın sonuna doğru bir anda sesimin titrediğini ve gözlerimin dolduğunu hissettim. Konuşma sonunda kafamı kaldırıp baktığımda bütün ekibin el ele tutuşmuş olduğunu gördüm. Hepimiz aynı hislerdeyiz çünkü, bu duyguları da ortak yaşıyoruz. Bu gönül bağı çok önemli tabii ama uzun süreli organizasyonlarda kan değişimleri de oluyor. Şimdi artık yeni ve daha genç bir ekiple yolumuza devam ediyoruz.
Bu yıl festivalin 47’incisi düzenleniyor. Neredeyse yarım asır… Klasik müzik gibi, belli bir kesime ait görülen bir türde ilerleyen bu festival için özellikle çok mühim bir süre. Bu 47 yıllık istikrarın arkasında neler var?
İstanbul Müzik Festivali 47 senedir kesintisiz yapılıyor, bu açıdan öncü sayılabilir. Diğer taraftan İKSV bünyesinde düzenlenen diğer festivallerin de aslında geçmişleri 20 yıldan fazla. O açıdan, eğer İKSV adına bir cevap vereceksem festivallerin arkasındaki bu istikrarın en önemli sebeplerinden birinin müzikal kaliteden ve yenilikçilikten ödün vermemek olduğunu söyleyebilirim. Her daim en yeni, en şaşırtıcı, en ilerici programları ve projeleri İstanbul’a getirmenin peşindeyiz çünkü. Hep daha fazlasını eklemeye çalışıyoruz.
Ama tabii festivaller izleyicisi, sponsorları, destekçileri olmadan yaşayamaz. Dolayısıyla Lale Kart üyelerinden sponsorlara, izleyiciden festivalleri destekleyen kültür kurumlarına uzanan oldukça kolektif bir süreç söz konusu. Bu çok yönlü destek sayesinde festivaller de uzun süre devam edebiliyor.
Müzik ruhunuza işlediği an, caz veya klasik gibi ayrımlar da ortadan kalkar çünkü kalbinize dokunan bir şeyler söz konusudur artık. Türlerin keskin ayrımlarını kırabilmek ve özellikle klasik müziği kısıtlı alanından çıkarabilmek adına pek çok adım atıyoruz. Çocuklara ve gençlere yönelik, ücretsiz etkinlikler düzenliyoruz, çünkü ne kadar erken yaşta kültür-sanatla iç içe olmaya başlarlarsa bunu hayatlarının bir parçası haline getirmeye de o kadar istekli olurlar.
İstanbul Müzik Festivali düzenlediği konserler dışında, programı kapsamında pek çok farklı projeye de öncülük ediyor. Mesela Eser Siparişleri, çağdaş müzik sahnesine yeni eserler kazandırmak adına önemli bir proje. Bu yıl da festival kapsamında iki yeni eserin dünya prömiyeri yapılacak. Eser Siparişleri festival bünyesinde nasıl başladı ve bu açıdan süreç nasıl ilerliyor?
Aslında eser siparişleri çok uzun zamandır büyük orkestraların, konser salonları ile festivallerin sahiplendiği bir konu. Klasik müziğin geçmişine bakarsak 17. / 18. Yüzyıl bestecilerinin, o dönemin krallarının veya soylu ailelerinin himayesinde, onlardan gelen ekonomik destekle üretimlerine devam ettiğini görüyoruz.
21. yüzyılda, günümüzde de verilen eser siparişleriyle amaçlanan yine aynı şekilde üretimi desteklemek… O çağda yapılmış, yaşanmış ne varsa bunun ortaya çıkmasını sağlamak… Dolayısıyla İstanbul Müzik Festivali olarak biz de çağımızın müzik literatürüne daha fazla katkı sağlamak ve bu dönemin bestecilerinin üretimini desteklemek için aynı yolda ilerliyoruz. İlk olarak İstanbul’un Avrupa kültür başkenti olduğu 2010 yılında, Estonyalı besteci Arvo Pärt ile başladık eser siparişlerine. O zamandan bu yana 16 yeni eser üretildi ve seslendirildi.
Bu eser siparişlerindeki bir diğer önemli konu ise yurt dışındaki diğer festival veya organizasyonlarla yapılan iş birliği yani ortak siparişçilik. Böylece bir eser ortakların olduğu diğer ülke ve şehirlerdeki konser salonlarında da izleyiciyle buluşabiliyor. Yani bir tür dağıtım kültürü ortaya çıkıyor. Bu kapsamda bu yıl, ortak sipariş edilen bir eserin de Türkiye prömiyeri yapılacak; 27 Haziran Neve Şalom Sinagogu’nda, Giovanni Sollima’nın bir eserini seslendirecek. Geçtiğimiz yıl dünya prömiyeri yapıldı, izleyiciyle buluştu bu eser ama Türkiye’de ilk kez dinleyeceğiz.
Eser siparişlerinde süreç nasıl ilerliyor? Müzisyenin yaratım sürecine ne kadar dahil olunuyor mesela?
Sanatçıların yaratıcı güdülerine çok fazla müdahale edilmemeli, orası onların alanları. Biz belirli başlıklar altında genel çerçeveyi çiziyoruz. Sürenin yaklaşık ne kadar olması gerektiği konusunda karşılıklı anlaşıyoruz. Ayrıca bestenin daha sonra çalınması için özel bir kişiye veya orkestraya sipariş vermişsek onun bilgisini de besteciye iletiyoruz. Bu sene örneğin Rus besteci Alexander Tchaikovsky’ye, Sochi Festivali ile İstanbul Müzik Festivali ortaklığında bir eser siparişi verdik ve bu eseri Yuri Bashmet ve orkestrasına uygun bir şekilde, yani viyola ve yaylı sazlar oda orkestrası için hazırlamasını istedik.
Tabii bu eser siparişleri söz konusu olduğunda festivalin belirli bir teması varsa bestecilere onu da iletiyoruz ama bu konuda bir kural yok; besteci dilerse siparişin geldiği şehirden ilhamla yola çıkarak da eserini yazabilir.
Bu kapsamda hangi müzisyenlerle çalışacağınıza nasıl karar veriyorsunuz?
İstanbul Müzik Festivali’nin bir danışma kurulu var. Kurul toplantılarımızda üyelerimizin fikirlerini ve önerilerini alıyoruz örneğin. Ya da bir süredir takip ettiğimiz, başarılı bir besteciyi değerlendiriyoruz. Uzun bir liste çıkarılıyor ve o listedeki müzisyenlerin eserleri dinleniyor, değerlendiriliyor. Elbette artistik kriterler de işin içine giriyor; İstanbul izleyicisine uyabilecek bir müzikal dili olan bestecilere gidiyoruz örneğin… Bu yıl Zeynep Gedizoğlu’na da bir eser siparişi verdik. Ufuk & Bahar Dördüncü’nün çalacağı, iki piyano için bir eser yazmasını istedik kendisinden ve festivalin temasını ilettik. İki Piyano için “Şimdi” adını verdiği kompozisyonunu bitirdi sevgili Zeynep ve onun yorumuna göre de, yazdığı eser iki piyanonun karşılaşmasını, zıtlıklarını konuşturan bir eser ortaya çıktı.
Öncesinde dinleme fırsatınız olmuyor mu?
İlk kez tüm festival izleyicileriyle birlikte dünya prömiyeri sırasında dinliyoruz biz de. Onun heyecanı bambaşka oluyor. Fikrin çıkış noktasından sahnede izleyiciye canlı olarak ulaştığı o ana kadar yaşanan tüm süreç, adeta bir film şeridi gibi gözlerinizin önünden geçiyor ve o bizim için gerçekten büyük bir an. Çünkü yokluktan ortaya çıkan bir ilhamın vücut buluşunu, canlanışını ve hayata geçişini izliyorsunuz. Müthiş bir duygu gerçekten!
İki piyanonun karşılaşması ve zıtlıkları demişken, bu yılın temasından da bahsetmek gerek: ‘‘Var Olmanın Karanlığı, Var Olmanın Aydınlığı’' başlığıyla yola çıkıyor festival. Bu temanın çıkış noktası nedir?
Felsefi yönü ağır basan bir tema aslında. Açıklanmaya ihtiyacı var kimi noktalarda ama günlük hayattaki ikilikleri düşünecek olursak çok da iyi bildiğimiz bir konular. Yaşam-ölüm, aşk-nefret, gece-gündüz, korku-cesaret gibi, biri olmadan diğerinin de olamayacağı, yaşamaya, doğaya yani kozmik evrene dair tüm artı ve eksilerin yansıması olan ikiliklerden ilham alıyoruz.
Sanatsal tüm üretimler de bu ikiliklerden çıkıyor aslında. Biz de bu ikiliklerden doğan müziğe, o eserlere ve içeriklere festival kapsamında yer vererek konuyu irdeleyeceğiz. Hayattaki karanlıklar aynı zamanda aydınlıklara da götürüyor insanı. Dolayısıyla bu ikiliklerden hareketle cehaletin, ölümün ve kötülüğün karanlığına vurguda bulunarak aydınlığın, aydınlanma felsefesinin ve pozitif düşüncenin önemini sanat ve müzikle vurgulayacağız.
Program da karanlık ve aydınlık diye ikiye bölünüyor mu yoksa bu temalar iç içe geçmiş bir şekilde mi karşımıza çıkacak?
İç içe… Çünkü bu zıtlıklar hayatta da zaten iç içe… Mesela Human Requiem’de Brahms’ın bir eserini dinleyeceğiz. Ölümden bahsederken yaşamı taçlandıran ve onun önemini vurgulayan bir eser bu. Ayrıca bu temaya gönderme yapan başka eserlere de yer veriyoruz. Tekfen Filarmoni Orkestrası’nın seslendireceği Tchaikovsky’nin 6. Senfonisi de yine aslında ölüme gönderme yapan ama bunun üzerinden yaşama sımsıkı tutunmak gerektiğini de vurgulayan bir eser. Aynı şekilde Yuri Bashmet ile Moskova Solistleri’nin çalacağı Tchaikovsky’nin Noktürn’ü ve Schubert’in Ölüm ve Genç Kız adlı eseri de ölüm ve gece gibi kavramlara güzelleme yapıyor.
Sadece konserlerde değil, ‘‘Konsere Doğru’’ başlığı altında gerçekleştireceğimiz söyleşilerde de bu ikilikleri irdelemeyi planlıyoruz. Örneğin, Yeditepe Üniversitesi Felsefe Bölümü öğretim üyesi Levent Kavas, aydınlanma üzerine bir konuşma yapacak.
Sizi en çok heyecanlandıran etkinlik veya konser hangisi festival programındaki?
Human Requiem…
Benim de çok merak ettiğimiz bir konser. Bambaşka bir sahne düzeni söz konusu, değil mi?
Human Requiem düşündüğümde bile tüylerimi diken diken eden bir proje… Biz bu projeyi ilk kez Yeşim’le 2012 yılında, Hamburg’daki Elbphilharmonie’nin o sıralarda inşası hâlâ devam eden binasında izlemiştik. Ve 2012’den beri de bu projeyi İstanbul’a getirmek için uğraşıyoruz. Yedi senenin sonunda muvaffak olduk diyebilirim.
Bunu bir ‘‘proje’’ olarak adlandırabiliriz, ‘‘konser’’ demektense… Çünkü burada çok özel bir mekan ve sahneleme tasarımı var. Konsepti ve sahnelemeyi geliştiren isim, Jochen Sandig. Biraz daha detaylı anlatacak olursam: bildiğiniz üzere standart bir konser düzeninde bir sahne vardır ve müzisyenler de o sahne üzerinden izleyiciye seslenir. Human Requiem’de bu ayrım ortadan kalkıyor. Bütün müzisyenler ve koro izleyiciyle bir arada; bütün koristler alana girdiğiniz andan itibaren etrafınızda. Başta da dediğim gibi, tüyleri diken diken eden bir performans çünkü o sesi bu kadar yakından duymak adeta teninizde, hücrenizde hissetmek müthiş bir yere götürüyor sizi.
Human Requiem’in ikinci akşamında Birlikte Güçlü Sesler Korosu’nun da bir konseri olacak. Bu koro kimlerden oluşuyor?
Birlikte Güçlü Sesler Korosu, bu yıl İKSV bünyesinde açtığımız Alt Kat: Öğrenme ve Etkileşim Alanı ile iş birliği içerisinde ve İstanbul Kalkınma Ajansı’nın desteğiyle ortaya çıkardığımız bir proje… Farklı engelleri olan çocuklar ile Barış İçin Müzik Vakfı korosunun çocuklarını bir araya getirdik. Bu çocuklar son birkaç aydır ayrı ayrı gruplar halinde çalışıyorlar.
Bu projeyi Venezuela’da kurulmuş olan El Sistema’daki White Hands Choir’dan ilham alarak kurguladık. White Hands Choir, farklı engelleri olan çocukların bir araya gelerek oluşturduğu bir koro. Şarkı söyleyen çocuklar ile birlikte işitme engelleri olan çocuklar da ellerine beyaz eldivenler takarak, bir el koreografisi eşliğinde o sırada söylenen şarkının sözlerini işaret diliyle anlatıyorlar. Bu çocuklar 29 Haziran’daki konserin öncesinde, herkese açık ve ücretsiz bir etkinlik kapsamında, Zorlu PSM’nin amfi alanında bir performans gerçekleştirecek.
Müzik Rotası gibi etkinlikler üzerinden şehrin kimliğini sahiplenen bir tarafı var da festivalin. İstanbul Müzik Festivali’nin şehir ile kurduğu ilişki hangi açılardan önemli sizin için?
Bu şehrin adını taşıyan bir festival yapıyoruz. İstanbul gibi önemli bir şehirde festival yapıp onun adını aldığınızda o şehrin bütün güzelliklerini de yaptığınız işle ortaya çıkarmanız lazım. İstanbul da bize pek çok zenginlik sunuyor. Büyük imparatorluklara ev sahipliği yapmış, her yeri tarih kokan bir şehirden bahsediyoruz. Biz İstanbul’u çok büyük bir sahne olarak görüyoruz.
Zaten İstanbul Müzik Festivali’nin en büyük alametifarikalarından biri de bu: İstanbul’un tarihi mekanlarında o mekanlarla konuşan, örtüşen içerikteki müzikal projelerin, konserlerin sahnelenmesi; o mekanların birer konser salonu haline gelmesi ve bambaşka birer ruha bürünmesi… Bizim için İstanbul çok büyük bir sahne ve biz de olabildiğince ondan faydalanmaya çalışıyoruz.
Mutlaka her sene müzik festivaline yeni bir mekan eklemeye, konserde canlı müzik dinleme tecrübesini çeşitli unsurlarla zenginleştirmeye çalışıyoruz çünkü artık zaman değişiyor. Evde koltuğumuzda oturarak, kendimizi yormadan dijital ortam üzerinden dünyanın farklı yerlerindeki pek çok konser salonuna canlı olarak bağlanabiliyoruz. Fakat bir mekanın içinde olmak, o anı bizzat yaşamak bambaşka bir şey, çok daha büyülü bir his.
Müzik Rotası şimdiye kadar nerelerden geçti?
Bu sene, yani Müzik Rotasının dördüncü yılında Samatya’dayız. İlk sene İstiklal Caddesi’nden başlayıp Tünel’e kadar devam etmişti. İkinci yılda Yeniköy’de, geçtiğimiz yıl da Galata-Karaköy hattında yer almıştık.
Samatya, İstanbul’un çok kültürlü, farklı renkleri bir arada barındıran semtlerinden. Müthiş binalar ve hikayeler var burada. Bu yıl da Samatya’daki tarihi kiliseleri birer konser mekanına dönüştüreceğiz.
Yarının Kadın Yıldızları destek fonu da festival kapsamında özel bir yere sahip. Geçen sene başlayan ve klasik müziğin farklı alanlarından kadın müzisyenlere destek olmayı amaçlayan bir proje bu. Peki bu proje neleri kapsıyor ve hangi müzisyenlerin bu fona hak kazanacağı nasıl bir sürecin sonunda belirleniyor?
İstanbul Müzik Festivali’nin en önemli görevlerinden biri de genç müzisyenlere bir platform yaratmak. Uzun yıllar boyunca İstanbul Müzik Festivali’nin açılış konserinde genç solistlere, genç yıldızlara yer verdik. Ayrıca Açık Konservatuvar ve Festival Genç Solistini Sunar gibi yine genç müzisyenlere öncelik veren projelerimiz de oldu. Zaman içerisinde gençlerle ilgili bu projeler biraz daha değişiyor ve evriliyor.
Geçmişte bize burs konusunda pek çok başvuru oldu fakat bir vakıf ve festival yapma amacında olan bir kurum olarak burs sağlamak gibi bir misyonumuz olmamıştı. İKSV olarak bir çok teşvik ödülü vererek sanatçılara destek vermeyi sürdürüyoruz. Paris’teki Cité des Arts ortaklığında bir sanatçı değişim programının da parçasıyız. Aydın Gün Teşvik Ödülü, Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatro Teşvik Ödülü, Talat Sait Halman Çeviri Ödülü’nü sayabilirim. Fakat İstanbul Müzik Festivali olarak genç müzisyenlere sunabileceğimiz bir maddi destek içeriğimiz yoktu.
Böylesine çok talep ve ihtiyaç üzerine (çünkü gerçekten çok başarılı gençlerle yollarımız kesişiyordu) yepyeni bir fikir gelişti. Çok uzun yıllardır festivalde etkinlik sponsorluğu üstlenen TSKB ile ortak bir proje yaratmaya karar verdik. Sponsorumuzun festivale desteğini genç kadın müzisyenlerin eğitimlerinde ve kariyer gelişimlerinde kullanmaları amacıyla eğitim destek fonu olarak dağıtacağımız bir proje tasarladık. Bir enstrüman eğitimi alan, müzik eğitimine yeni başlamak için maddi destek arayan; sazını değiştirmek isteyen veya yurt dışındaki ustalık sınıflarına, orkestra seçmelerine katılmak isteyen genç kadınlara bir fon oluşturmak için yola koyulduk.
Bir tür burs gibi düşünülebilir mi bu?
Burs değil; burs dediğimizde bir süreklilik oluyor çünkü, bu ise sadece tek seferde verilen bir maddi destek, bir teşvik diyebiliriz. Özellikle kadın müzisyenlere öncelik vermemizin sebebi ise TSKB ile ortak bir misyonumuzun olması. Kadın istihdamını desteklemek ve her alanda kadınların varlığını ve eğitimini desteklemek amacıyla bu projeyi özellikle kadın müzisyenlere yönelik başlattık.
Bir açık çağrı yapıyoruz ve müzisyenler başvurularını, performanslarının olduğu videoları göndererek yapıyor. Bir seçici kurulumuz var; bu kurul tüm başvuruları değerlendiriyor ve gelecek vadeden, başarılı ve ileride dünya sahnelerinde yer alacağını inandığı isimlerin destek fonundan yaralanmasını sağlıyor.
Ayrıca bu genç müzisyenlerin bir kısmı da festival kapsamında sahneye çıkıyor; İstanbul Müzik Festivali’nde konser vermek onlar için de önemli bir tecrübe. Bu projenin her sene bir de kanaat önderi oluyor. İlk yılın kanaat önderi harika çocuğumuz İdil Biret’ti. Bu sene de kıymetli keman sanatçımız Ayla Erduran olacak.
Bu proje aslında Harika Çocuklar Yasası’ndakine öykünen bir teşvik amacı güdüyor. Cumhuriyetin kuruluşundan sonra çıkarılan ve üstün yetenekli çocukların yurt dışına gönderilerek devlet tarafından okutulması üzerine dayalı bir yasa bu ve sayesinde çok önemli müzisyenler kazandı bu topraklar. Hüseyin Sermet, Fazıl Say, İdil Biret, Gülsin Onay gibi… Bu teşvikle yetenekleri desteklendi; dünya çapında bilinen isimler haline geldiler. Dolayısıyla biz de genç müzisyenlere bir nebze benzer bir amaçla destek olmayı istiyoruz. Bu yollardan geçmiş, azim ve yetenekleriyle örnek olmuş kadın müzisyenlerin kanaat önderleri olarak bu projede yer alması bu açıdan ayrıca önemli. Proje kapsamında seçilen genç müzisyenlerle birlikte sahneye çıkarak gençlere hayatları boyunca unutamayacakları bir tecrübe, kıymetli bir anı da yaşatıyorlar.
Bunların hepsi belki de bir tür pazarlama stratejisi olarak zorunluluktan sahipleniyor markalar tarafından ama bu "zorunluluk" bile büyük bir kazanım. Diet Prada gibi, moda bekçileri sayesinde...
Black Lives Matter hareketine destek olmak için dünya çapında sosyal medyada yapılan paylaşımlar, bir noktadan sonra hareketin eylemlerine köstek olmuş olabilir mi? Peki sadece "siyahiler değil, tüm hayatlar önemlidir" diyen "All Lives Matter" sloganındaki sorun nerede? Ya da "iyi niyetli" gibi gözüken ama içselleştirilmiş bir ırkçılığın bas bas bağırdığı paylaşımlarda anlaşılmayan ne? İnsanlık yine sosyal medyada ağır bir sınavdan geçiyor…
Durun ve "Annem-babam benim yaşımdayken neredeydiler, ne yapıyorlardı" diye düşünün. (Karantinada olmadıkları kesin, şimdilik o noktaya takılmayın, büyük resme bakın!) Onların sizin yaşlarınızdayken olduğu noktaya varmak, 10 yıllık planlarınız içerisinde bile kendine pek yer edinememişse, bu yazıda bazı ortak dertlerde buluşacağız demektir.
© Tüm hakları saklıdır.