24 Mart 2019

Dinginlik ömür boyu: Colleen

Sekiz yıllık aradan sonra birkaç yıldır, yeniden tüm üretkenliğiyle müzik yapmaya devam eden Fransız elektronik müzik sanatçısı Colleen, geçen hafta İstanbul’daydı.

Sonu dinginliğe çıksa da müziğiyle tüm hislere yayılabiliyor Cécile Schott ya da müzik projesinden bildiğimiz adıyla Colleen. Bunda kendini tek bir alanda kısıtlamadan, karşısına çıkan tüm sesleri merakla müziğine taşıyor olmasının da payı büyük elbette.

Edebiyatla kurduğu ilişki, kariyerinin ilk yıllarında onu İngilizce öğretmenliği yapmaya yönlendirmiş olsa da bir noktada müzik ağır basıyor onun için ve keskin bir dönüş yaparak öğretmenliği bırakıyor, ilk albümünü kaydetmek için çalışmalara koyuluyor. Elektronik müziğin kendine açtığı geniş alanda, başı sonu gözükmeyen bir keşfe çıkan Colleen’in zengin seslere açılan müziği, 2003 tarihli ilk albümü ‘‘Everyone Alive Wants Answers’’tan 2017’de yayınladığı ‘‘A Flame My Love, A Frequency’’ albümüne kadar hiçbir zaman tek bir yolda seyretmemiş olsa da her daim kendine has tarafını korudu.

Hızlı tüketim ile sıkı ilişkiler kuran ve hızlı üretimi de hep pohpohlayan müzik dünyasının kurallarını pek önemsemediği söylenebilir Colleen'in; 2000’lerin sonlarına doğru, müziğe ara vermesi ve tam sekiz yıl boyunca kendisinden bir ses çıkmaması da bunu kanıtlıyor aslında. İlhamının tükendiğini hissettiği anda, kendi kendini tekrar etmekten ve röportajımızda da söylediği gibi ‘‘gerekli’’ görmediği albümler yapmaktan uzak duruyor.

Sekiz yıllık aradan sonra birkaç yıldır, yeniden tüm üretkenliğiyle müzik yapmaya devam ediyor Colleen. O meşhur viola da gamba’sını son albümünde çalmamış olsa da yan yana düşünülemeyecek sesleri özgünce harmanlandığında nelere muktedir olabileceğini kanıtlıyor dinleyicisine.

İstanbul’daki ilk konseri için geçtiğimiz cuma akşamı, Nova Muzak konser serisi kapsamında Borusan Müzik Evi’ndeydi Colleen… Hem konserin hem de bu röportajın yolunu yıllardır gözlüyordum diyebilirim. O müziği bıraktığında bile!..

‘‘A flame my love, a frequency’’ adlı son albümünü 2017’de yayınladın. O zamandan beri neler geçti hayatından?

2018 benim için ‘‘kayıp’’ bir yıldı: Tüm enerjimi götüren bir sağlık sorunuyla uğraştım ve kendime gelebilmem birkaç ay sürdü. Geçtiğimiz sonbahara doğru, sonunda kendimi daha iyi hissedince, stüdyoya girip yeni kayıtlar üzerinde çalışmaya başlayabildim. Yine bazı kişisel nedenlerden ötürü, eşim, sanatçı Iker Spozio ile birlikte San Sebastián’dan taşınıp Barselona’ya yerleşmeye karar verdik. Tabii bu da tüm çalışma düzenimi bozdu; büyük bir taşınma süreci yaşadık ve ikimiz de yeni evimizdeki stüdyolarımıza yerleşmekle uğraştık. İstanbul’daki, son zamanlarda kabul ettiğim az sayıdaki konserlerden biriydi. Ve döner dönmez önceliğim, yedinci albümüm için kayıtlara başlamak olacak.

Her albümünün kendine has bir hissi var. Her seferinde farklı tekniklere ve enstrümanlara yer veriyorsun. Özellikle de ‘‘A flame my love, a frequency’’… O zamana dek senden duyduklarımızdan çok farklıydı gerçekten. Bu her daim kendini yenileme ihtiyacı nereden geliyor? Bilhassa da yeni sesler keşfetme konusunda sana neler yön veriyor?

Aslında her şey kendiliğinden gelişiyor benim için. İki tane belirleyici var: Genel merakım; her konuda öğrenmeye açığım, bu tabii farklı enstrümanları çalmayı öğrenmek ve yeni sesler keşfetmek için de beni motive ediyor. Ve bir de hayattaki tesadüfler… Hiç ummadığım bir anda yeni bir enstrümanla yollarım kesişebiliyor. Özellikle de başka müzisyenlerle birlikte turnedeyken. Mesela ‘‘Captian of None’’ albümünün turnesinin sonlarına doğru Moog MIDIMuRF ve Pocket Piano’yu keşfettim. Daha ilk andan, hangi enstrümanın benim için uygun olduğunu anlayabiliyorum.

Albüm yapmaya her koyulduğumda beni motive eden tek bir düşünce oluyor: Yapacağım müzik hem kişisel olarak hem de müzikal anlamda benim için bir şey ifade etmeli ve bir gerekliliği olmalı. Eğer o albümü yayınlamam gerektiğini düşünmüyorsam sessiz sakin köşemde oturmayı tercih ederim. 2000’li yılların sonlarına doğru, ilhamımı kaybettiğimi hissettiğimde, tam da bunu yaptım zaten.

Peki şarkı yazma ve beste süreçlerinde nelerden ilham topluyorsun? Çalışma rutinin nasıl ilerliyor? 

15 yaşında, elime gitarı ilk kez aldığımdan bu yana çalışma şeklim hiç değişmedi. O gün çalmak istediğim ya da vaktiyle, albümde çalmak için aldığım enstrümanları (albüm sürecinin daha en başındayken hangi enstrümanları çalacağıma karar veririm genelde) bir araya getirerek saatlerce çalmaya koyulurum.

Bir de birkaç farklı kağıt bulundururum yanımda. Eğer özel bir teknik üzerinde çalışıyorsam, denediklerimi beyaz bir kağıt üzerinde not alırım. Şarkı sözlerini küçük bir not defterine yazarım. Notalar ve akorlar için de müzik kağıdı kullanırım. Eğer elektronik bir enstrüman kullanıyorsam da enstrümanın teknik olarak resimli bir çıktısını alırım; bir şarkıyı kaydederken hangi sırayla ilerlediğimi sonradan daha iyi anlayabilmek adına. Bu benim gibi, kontrol ayarları olmayan analog enstrümanları kullanan biri için önemli. Eğer her detayı bilmezsem, yakaladığım bir sesi sonradan tekrarlamakta zorlanabilirim, neyi nasıl yaptığımı kaçırabileceğim için.

Ayrıca, denemelerin ilginç bir yere doğru evrildiği düşündüğüm anda yaptıklarımın bir kaydını almaya başlıyorum; çünkü bu noktada kağıt yeterli olmuyor artık. Ham demo kayıtları tekrar tekrar dinlemenin de faydalı oluğunu düşünüyorum: eğer dinlediklerimden sıkılmaya başlıyorsam, 10 kere dinledikten sonra yaptıklarımdan cayıyorsam, en başa, şarkının embriyo haline geri dönüyorum ve yeniden tamamlamak için çalışmaya koyuluyorum.

Eskiye nazaran, vokallerini artık daha çok duyuyoruz. Peki sesini, müziğini tamamlayan bir enstrüman gibi mi kurguluyorsun, yoksa hissettiklerini, düşündüklerini dile getirmek için mi şarkı söylüyorsun? Sözler hangi devrede müziğine dahil oluyor?

Bence bunların hepsi biraz biraz geçerli. Bu alandaki rol modelim Arthur Russell; beni enstrümantal müzik yapabileceğime ve klasik ‘‘şarkıcı/ozan’’ kriterlerine uymak zorunda olmadan da yoluma devam edebileceğime inandıran o oldu.

Şarkılara söz ekleyip eklemeyeceğim, tamamen doğal bir akışın sonunda belli oluyor. Sanki şarkılar kendi kendilerini yazıyor gibiler; söz ekleyip eklemeyeceğime de onlar karar veriyor sanki. Şarkı sözü yazma ihtiyacı ise benim için, kayıt sürecinde yaşadıklarıma bağlı olarak gelişebiliyor: Hayat hiçbir zaman durağan değil, olumlu veya olumsuz, kişisel olarak yaşadıklarımız bazen dünyada olanlarla birleşebiliyor ve bir şekilde tüm bunlar tek bir yerde toplanarak şarkı sözüne dönüşebiliyor.

Müziğinde pek çok farklı enstrümana yer veriyorsun ama viola da gamba’nın yeri ayrı sanki… Nasıl keşfettin bu enstrümanı?

Doğru. Akustik olarak bir enstrüman seçmem gerekseydi bu kesinlikle viola da gamba olurdu. Ergenlik yıllarımda, televizyonda ‘‘Tous les matins du monde’’ filmini izlediğimde duymuştum ilk kez ve sesine aşık olmuştum. Müzisyen bir aileden gelmiyorum ve gitar çalmaya başlamam bile büyük bir adım sayılırdı. Filmde duyduğum müzikler beni son derece etkilemiş olsa da sosyo-ekonomik durumumuza bakıldığında, bana son derece yabancı gelen bir türdü bir taraftan da. Haliyle duyduklarımı hiç çalamayacağımı düşünürdüm.

2003’te ilk albümümü yayınladığımda, iki yıldır İngilizce öğretmenliği yapıyordum ve enstrüman alabilmek için bayağı para biriktirmiştim. Çünkü başkalarının müzikleri üzerinden sample’lar yaratmaktan sıkılmaya başlamıştım ve farklı dönemlerden ve farklı coğrafyalardan enstrümanlara ilgi duymaya başlamıştım. Yavaş yavaş olaylar gelişti: önce orta boy bir çello aldım, sonra tam boy bir çelloya geçtim (ikinci albümümüm ‘‘The golden morning breaks’’te çaldığımda bu). Sonunda fark ettim ki viola da gamba çalmamın önünde hiçbir engel yok. Ve böylece bir hayalim de gerçekleşmiş oldu.

Bu arada, son albümünde viola da gamba’yı hiç duyamadık. Umarım yollarınızı ayırmamışsınızdır; ben şahsen biraz bağımlısıyım da kendisinin…

Merak etme, violalarımdan vazgeçmek gibi bir niyetim yok. Şu aralar pek çalmasam da muhtemelen bir noktada geri döneceğim; kalbimdeki yerleri büyük.

Röportajlarından birinde, 2015’teki saldırılar sırasında Paris’te olduğunu okumuştum. Son albümün ‘‘A flame my love, a frequency’’ için kayıtlara da olaylardan birkaç hafta sonra başlamışsın. Olayların üzerindeki etkisini, albüme hakim olan karanlık hisler üzerinden anlamak mümkün ama diğer taraftan da müziğine sana özgü bir dinginlik hakim. Dinleyene iyi geliyor. En karanlık zamanlarda bile bu dinginliği sağlamayı nasıl başarıyorsun? Birkaç tavsiye bizim için de fena olmazdı doğrusu…

Albümü kaydetmem bir seneden fazla sürdü ve doğruyu söylemem gerekirse başlangıçta, kayıtlar sırasında hiç de dingin değildim. Çok yakın bir aile dostumuzun hasta olduğunu öğrenmiştim o sıralarda bir de. Sürekli ölüm hakkında düşünüyordum. ‘‘Hayatta kalma yöntemim’’ ise hareket dolu ve benim standartlarıma göre ritmi yüksek şarkılar yazmak oldu; çaresizliğimi etkisiz hale getirdi sanki.

Sonra ufak ufak, zihnimdekiler de durulmaya başlayınca, daha karanlık hislerimi ifade edebilmeye başladım ve onları söze dökebilir hale geldim, ki bu gerçekten çok zordu benim için. Eğer albüm, korku ve umut karışımı bir şeyler ifade edebiliyorsa istediğimi ‘‘başarmışım’’ diyebilirim çünkü tam olarak hissettiğim buydu.

Beni nelerin iyileştirdiğine gelirsek… Sevdiklerimle huzur içinde olabilmek ve onlarla vakit geçirebilmek önemli benim için. Ayrıca doğada olmak ve her fırsat bulduğumda kuşları izlemek (şehirdeyken bile), müzik yapmak ve sahip olmadıklarımdansa, elimde olanlara odaklanmak… Yine de ben örnek alınacak biri değilim ve daha üzerinde çalışmam gereken çok konu var.

colleenplays.org adresindeki blog yazılarının sıkı bir takipçisiyim. Hislerini ve düşüncelerini son derece açık yürekli bir şekilde okuyucularınla paylaşıyorsun. Düzenli olarak yazmaya seni iten nedir? Seni rahatlatıyor mu yoksa artık bir tür alışkanlık haline geldiği için mi devam ediyorsun?

Sanırım her şeyi analiz etmek, doğuştan gelen bir özelliğim, bir noktada bana zararı dokunsa da… Ayrıca yazmayı da çok seviyorum; çocukluktaki ilk aşkım, okumak ve yazmaktı. Bence internetin müzisyenlere sunduğu en büyük fırsatlardan biri, dinleyicileri ve takipçileri ile bire bir iletişim haline geçmelerini sağlayabilmesi. Sadece müziğimi duyurmak bakımından söylemiyorum bunu, müzik yapma sürecime dair detayları da paylaşabiliyorum bu şekilde; albüm kayıtlarına nasıl başladım, hangi enstrümanı neden seçtim ya da birkaç yıl boyunca müzik yapmayı niçin bıraktım… Ayrıca bir müzisyen olarak, yaptığımız iş hakkında çok fazla bilinmeyen tarafları aktarmayı da seviyorum. Böylece okuyucular da müzik endüstrisinde olup bitenleri içerideki birisinden daha detaylı bir şekilde öğrenebiliyor. Dinleyicilerime minnettarım. Çoğu beni neredeyse 15 yıldır takip ediyor. O yüzden, müziğime dair bilgileri onlarla paylaşmak benim için büyük bir zevk.

Peki ya sosyal medya; onunla aran nasıl?

Sadece Facebook kullanıyorum ve onu da aslında yazdığım blogun bir uzantısı gibi görüyorum. Benim için Facebook’un en büyük avantajı, yazılan yorumları kolayca görüp cevaplamamı sağlaması ki en sevdiğim kısım bu.

Bence sosyal medya -aslında genel olarak internet-, onu nasıl kullandığımıza göre iyi ya da kötü olabilir. Neler paylaştığımız ya da neleri tükettiğimiz tamamen bizim sorumluluğumuzda. Ne zaman biri ilginç bir yazı yazsa, internetin ve sosyal medyanın değeri de yükseliyor bence. Agresif veya düşüncesizce bir paylaşım yapıldığında ise değeri bir o kadar düşüyor maalesef.

İstanbul’dan sonra sırada ne var?

Dinleneceğim, yeni evim Barselona’yı keşfedeceğim ve yedinci albümümü kaydedeceğim…

Yazarın Diğer Yazıları

Moda dünyasının ipliğini pazara çıkaran Instagram hesabı: Diet Prada

Bunların hepsi belki de bir tür pazarlama stratejisi olarak zorunluluktan sahipleniyor markalar tarafından ama bu "zorunluluk" bile büyük bir kazanım. Diet Prada gibi, moda bekçileri sayesinde...

'Black Lives Matter' hashtag'i, siyah kareler ve sosyal medyada bir ayaklanma

Black Lives Matter hareketine destek olmak için dünya çapında sosyal medyada yapılan paylaşımlar, bir noktadan sonra hareketin eylemlerine köstek olmuş olabilir mi? Peki sadece "siyahiler değil, tüm hayatlar önemlidir" diyen "All Lives Matter" sloganındaki sorun nerede? Ya da "iyi niyetli" gibi gözüken ama içselleştirilmiş bir ırkçılığın bas bas bağırdığı paylaşımlarda anlaşılmayan ne? İnsanlık yine sosyal medyada ağır bir sınavdan geçiyor…

Ergenlik ömür boyu: Günümüz dünyasında yetişkin olma çabası

Durun ve "Annem-babam benim yaşımdayken neredeydiler, ne yapıyorlardı" diye düşünün. (Karantinada olmadıkları kesin, şimdilik o noktaya takılmayın, büyük resme bakın!) Onların sizin yaşlarınızdayken olduğu noktaya varmak, 10 yıllık planlarınız içerisinde bile kendine pek yer edinememişse, bu yazıda bazı ortak dertlerde buluşacağız demektir.