08 Mart 2015

TUSSY…'İki Beyinli Ahbap'

'Canım Babam, ah! Kuş olup da uçabilsem senin yanına, ve sevgimi üflesem kıymetlim sana. Canım babam, bu bir elveda. İnan bana. Haylaz kızın, Eleanor'

ŞEHİR TELLALI
Newyork-Londra-Roma
 

 

“Canım Babam, ah! Kuş olup da uçabilsem senin yanına, ve sevgimi üflesem kıymetlim sana. Canım babam, bu bir elveda. İnan bana. Haylaz kızın, Eleanor.”                                 

26 Nisan 1867, Eleanor Marx

28 Dean Sokağı, Soho, Londra. Tarih 16 Ocak 1855. Daracık, kanalizasyon, su ve elektrikten mahrum evin ikinci katında tıklım tıklım bir odada, köşeye çekilmiş, Avrupa’nın en büyük siyaset bilimcisi fosur fosur purosunu tüttürmekle meşgul. Vızır vızır işleyen Soho’nun gürültüsü, karlı caddede yankılanan at arabaları, el arabaları, tam karşıda Bayan Kelly’nin Royalty tiyatrosu önünde, saçak altına sığınmış, soğuk rüzgardan korumaya çalışan, sümüklü, burnu dudağındaki ruj kadar kırmızı, yanakları al fahişeler, sarhoşlar, dilenciler,  tütün kokusu, kömür dumanı, kırık dökük mobilyalar, çanak çömlek arasına doğar Eleanor, Karl ve Jenny Marx’ın altıncı çocuğu. Etrafını aydınlatan çehresini görür görmez, güneş ve deniz dolu okyanus ışığına benzettirler onu. Arap, İbrani, Yunan ve Latincede aydınlanma ile ilgili aynı köke sahip ışık huzmesi, parlaklık anlamına gelen Eleanor adını ona yakıştırırlar.

28 Dean Sokağı adresindeki, Eleanor’un doğduğu evi, bir Alman gazetesinin yayınyönetmeni pozunda onları gözetlemeye gelen Prusya casusu Stieber’in istihbarat kayıtları belgeler: “Marx’lar Londra’nın en ucuz ve berbat bir  semtinde oturuyorlar. İki odalı bir dairede, sokağa bakan pencereli olanı oturma odası, diğer ise yatak odası. Evin içinde düzgün tek eşya yok. Her şey yırtılmış, parçalanmış, çürümüş, kırık eski, etraf bir parmak tozla kaplı ve karman çorman. Eski usül büyük bir masa üzerinde mumkağıt bir örtü oturma odasının orta yerinde duruyor. Üzerinde her türlü kağıt, yazı, kitap, gazete, çocuk oyuncakları, ufak tefek biryığın şey, karısının dikiş sepeti, onun yanıda bir kaç sapı kırık çay bardağı, kirli çay kaşıkları, bıçaklar, çatallar, mumlar, mürekkep okkası, su bardakları, Hollanda seramik pipoları, tütün külleri, yani her türlü çöp ve her şey bu masanın üzerinde. Bir hurdacı bile böyle bir masadan utanç duyardı. Odaya girer girmez kömür ve tütün dumanı sayesinde göz gözü görmeyecek derecede bir karanlık gözler alışıncaya kadar insanı mağraya girmişten beter ediyor. Her şey kirli, her taraf tozlu. Oturmak tehlikeli. Çünkü sandalyenin sadece üç ayağı var. Öteki sandalye çocukların mutfağı, onun üzerinde mutfak oyunu oynuyorlar. Sandalye misafire ikram ediliyor ama çocukların mutfağı ile birlikte olunca üzerine oturanın pantalonundan olma tehlikesi mevcut. Ama Marx’lar bu durumdan hiç utanır görünmüyorlar. Tam tersine,misafirlerini güler yüzle ve candan bir havada karşılıyorlar. Hemen pipo, tütün ikramı yapılıyor. Ya da ortada olandan ikram ediliyor. Ve son derece canlı bir sohbete girişiyorlar. Ve kısa sürede etrafın dağınıklığı unutulup bu dosthane sohbetin sıcaklığı içinde misafir ziyareti son derece ilgi çekici, hatta özgün bir deney olarak yaşıyor. İşte Komunist lideri Marx’ın aile hayatının gerçek portresi bu.”

Doğum nedeniyle New York Daily Tribune gazetesine hazırladığı “Kırım Savaşında İngiltere’nin Askeri Hataları” başlıklı yazıyı yetiştiremeyen baba Karl o sırada Manchester’ta olan arkadaşı Friedrich Engels’e gelişmeyi ertesi akşam şu satırlarla izah eder: “Dün tabii Tribune’e yazamadım. Bugün de yazmam mümkün değil. Ve yakın gelecekte de bir süre yazma imkanım olmayacak, çünkü dün karım bir gezgini dünyaya getirdi – maalesef cinsi fevkalade … eğer erkek olsaydı mesele çok daha kabul edilir olurdu.”

Bu satırlarıyla bir kız yerine erkek çocuğu beklediğini ve tercih ettiğini içtenlikle ifade eden babasının gözüne girmesi uzun zaman almadı Eleanor’un. Kızkardeşleri Jenny ve Laura müzik notalarını öğrendikleri sırada o konuşmaya başladı. Ve babası onun ne cin bir şey olduğunu hemen anladı:” bu bebek hayret verici derecede cin bir ahbap, ısrarla iki beyni olduğunu söyleyip duruyor!” diye yazdı bu sefer.

Kedilere düşkün olduğu için aile içinde ona Tussy adını taktılar. Aynı tarihlerde aşıklar arasında aşk şiirleri taşıyan çiçek buketlerine de Tussy-mussie deniliyordu. Bir de Tussy vajinanın sokak dilindeki pek çok isminden biriydi.

“İki beyinli” olduğunu düşündüğü günden itibaren babası Tussy’nin ilk ve en yakın arkadaşı haline geldi. Ayrıca babası “muhteşem bir at” ve “rakipsiz bir hikayeciydi!” Tussy’nin babası ile ilgili ilk hatıraları ablalarıyla birlikte onun sırtına binip o her şeyin bulunduğu küçük oturma odasında büyük koşulara katılıp, dağ taş bayır demeden dünyanın dört bir yanına dört nala gittikleri anlardı.

Tussy, doğduğu ülkenin dili İngilizce ile birlikte, Fransa’da doğdukları için anneleriyle Fransızca konuşan ablaları, İngilizce’yi bir türlü tam öğrenmediği için Felemenkçe ve Almanca konuşmayı tercih eden babası sayesinde, felsefe, siyaset, müzik, edebiyat sohbetleriyle dolu çok dilli bir ortamda büyüdü. Bu kültür zenginliğinin tersine, hep borç içinde yaşayan ailenin yedi çocuğundan hayatta kalmayı başaran üç kızından biriydi. Ailenin özellikle de babasının erkek çocuklarını kaybetme acısını kimliğinin biçimlendiği yaşlarda paylaştı ve belki de bu yüzden Viktoryan İngiltere’nin nadir özgür kadınlarından biri haline geldi. “İki beyninin” birini kadın, diğerini erkekmişçesine kullandı.

Duyguları, daha yeni yeni ayaklanmaya başladığı andan itibaren zengin ve yoğundu. Ablasının Engels’i ziyarete giden babasına yazdığı bir mektuba göre: “Manavı kapıda gördüğü anda kızarıveren yanakları ve sevinç nidaları ilk aşkının kuvvetli ifadesi”ydi.

Babasının küçük bir kopyası gibi, çocukluğundan itibaren politikaya ve edebiyata büyük ilgi duydu. Daha 12 yaşındayken idam cezasına karşı yazılar yazdı. Daha üç yaşındayken Shakespeare ezberledi.  Edebiyat ve sanat ilgisini önce Shakespeare sevgisi sayesinde tiyatrodan ifade etti. Norveçli yazar Henrik İbsen’in feminist eseri “Bebek Evi”ni İngiltere’de sahneye ilk Eleanor koydu. Oyunda Nora rolünü kendisi, Krogstad rolünü ise İngiliz oyun yazarı George Bernard Shaw oynadı. Torvald rolünü, hayattaki en büyük aşkı Edward Aveling’e yakıştırdı. İbsen’in “Halkın Düşmanı” ve  “Denizden Gelen Kadın” adlı eserlerini, ayrıca Fransız yazar Gustave Flaubert’in Madame Bovary adlı romanını da İngilizce’ye ilk Eleanor çevirdi.  

16 yaşındayken babasının sekreterliğini tümüyle üstlendi. Sosyalist konferanslara birlikte katıldılar. O sırada, Fransız komününden Londra’ya sığınan Hyppolyte Lissagaray’e aşık oldu. Aralarında yirmi yaş fark olması nedeniyle babası onaylamadığı halde bağımsızlığını ilan edip Lissagaray ile yaşamaya başladı. Ve hayatını öğretmenlik yaparak kazandı. 1871’de Lissagaray’in Komün Tarihini yazmasına yardım etti, metni İngilizceye çevirdi. Bu sırada ablasının mesane kanseri, annesi ve babasının hastalıkları nedeniyle ailesinin bakımını da üstlendi. Karl, ölmeden önce, başta en önemli eseri Kapital olmak üzere bütün bitmemiş çalışmalarını tamamlamak üzere ona bıraktı. Sosyalist Demokratik Federasyon’un aktif üyesiydi. Yakın aile dostu sanatçı William Morris ile birlikte Sosyalist Ligi kurdu. Sosyalist Lig’in aylık dergisinde düzenli olarak “Uluslararası Devrim Hareketin Kayıtları” adlı köşeyi yazdı. Bu arada bir dizi grev örgütledi. Bunlarla ilgili sayısız kitap ve makale yayınladı. Paris’te Sosyalist Kongre’nin düzenlenmesi için çalıştı, Alman Sosyal Demokrat Parti’ye mali destek için Amerika turuna çıktı. Bağımsız Emek partisinin kuruluşuna katıldı. Yahudiliğini açıkça ifade etmekten hiç çekinmedi.  

İşte bu “iki beyinli ahbap,”  hayat dolu özgür ışık huzmesi, sonunda büyük bir aşka teslim oldu. 31 Mart 1898 günü, köpeğini bahane edip doktordan istediği reçeteyle eczaneden zehir alıp iki kısa intihar notu yazdıktan sonra yatağına uzanarak hayatına kendi son verdi. Bir yıl önce ondan habersiz ve gizlice 22 yaşında bir sahne yıldızı ile evlenen eşi Aveling’e bıraktığı intihar notunda o aşkı: “Sana son sözüm bu uzun üzüntülü yıllarda söylediğim aynı şeydir – Aşk!” sözleriyle ifade etti. 

Şimdi, 28 Dean Sokağı adresinde restore edilmiş binada, üçüncü katta caddeye bakan oturma odasının penceresinin altında orasının Eleanor’un doğduğu ev olduğunu gösteren tek şey duvarda üzerinde Karl Marx’ın adı yazılı mavi seramik oval tabela. Giriş katında  Londra’nın en lüks lokantalarından Quo Vadis var. Karşı köşedeki Royalty tiyatrosunun yerini ise 1950’lerde iş hanı olarak yeniden inşa edilen Royalty House almış. Cadde yine eskisi gibi vızır vızır, ama eski sefalet yerine şimdi şık, özel klüpler, restoranlar ve dükkanlar sayesinde Soho’nun en işlek köşelerinden biri. Gün ve deniz dolu okyanus ışığı yine orada yeni baharı kucaklıyor.      

www.sebnemsenyener.com

 

Yazarın Diğer Yazıları

Geçmişte yaşanmayana özlem

Hâlâ Portekizce’den bir türlü başka hiç bir dile tam çevrilemeyen, “saudade"...

Geleceğin hatıratı

"Gazeteler iflas etti, hükümetin propagandacılarıyla dolduruldu, muhabirlik tamamen manen ve malen çökertildi, her şey reklama indirgendi"

Bir intiharın anatomisi: Yollar, köprüler, barajlar, metrolar

Garcia, Peru’da hem büyüyen ekonominin hem de çöken ekonominin mimarı.  Bir zamanlar Peru’nun JFK’si (Kennedy’si) umudu iken sonu tarihe Odebrecht kurbanı lakabıyla yazılan adam. 

"
"