Karşılıklı “aramıza kimse giremez” mesajlarını daha sık işiteceğe benzeriz ama her iki taraftan
değişik konularda gelecek adımların gerisinde yatan mesajlar çok daha belirleyici olacak...
Dün Başbakan Erdoğan, MİT olayı hakkında ilk kez konuştu ve “Hiç kimse kriz duasına çıkmasın. Kimse kaos çatışma hayalleri kurmasın. Bu ülkenin tüm kurumları, tarihte hiç görülmedik biçimde uyum ve motivasyon içinde görevlerini yapıyorlar. Ne devletin kurumları arasında ne de bu milletin evlatları arasında bir anlaşmazlık yoktur ve olamaz” dedi. Daha önce de konuyla ilgili görüş bildiren iktidar partisinin tüm sözcüleri bir kriz yaşanmadığının altını çizmişlerdi. Hatta Hüseyin Çelik, Ömer Çelik, Bekir Bozdağ, Yalçın Akdoğan gibi isimler, adını vererek Fethullah Gülen cemaatiyle aralarında herhangi bir sorun olmadığında ısrar ediyorlar ve tam da tarif etmedikleri üçüncü şahısları (odakları) aralarına nifak sokmaya çalışmakla suçluyorlar.
Hükümeti ve/veya Gülen hareketini (içerde ve dışardaki) sevmeyenlerin, hatta onlara düşmanlık besleyenlerin son yaşananlardan ziyadesiyle memnun oldukları, aralarındaki çatlağın daha da büyümesi için ellerinden geleni yapacakları aşikârdır. Lakin, her iki tarafın (AKP ve Gülen cemaati) birden kaybediyor olmasından hareketle sorumluluğu üçüncü şahıslara (MOSSAD, Ergenekon ve diğerleri) atmaya, böylece taraflar arasında herhangi bir anlaşmazlık olmadığını kanıtlamaya çalışmak fazla inandırıcı değil.
Nitekim Erdoğan’ın dünkü konuşmasının en çarpıcı cümlesi olan “Hiçbir zaman seçilmişleri atanmışlara kul etmeyiz” iddiası, kendisinin ortada herhangi bir kriz olmadığı yolundaki sözlerini gölgeliyor. “Atanmışlar” derken savcıları kastettiği açık da “seçilmişler” kim? Tabii ki ne Hakan Fidan, ne de diğer 4 eski ve yeni MİT yöneticisi. Bu sorunun cevabı AKP ve onun kurduğu hükümet, hatta bu partili milletvekillerinin oyuyla seçilmiş Cumhurbaşkanı Gül’dür.
Hatırlayalım, Fidan ve diğerlerinin “şüpheli” sıfatıyla ifadeye çağrıldığı ve kendilerine Öcalan ve PKK ile görüşmelerin de sorulacağı öğrenildiğinde, burada esas hedefin başta Erdoğan olmak üzere AKP hükümeti olduğu şeklinde yorumlar yapılmıştı. Bir süre sonraysa Gülen cemaatine yakın bazı isimler bu iddialara karşı “Ne alakası var. Savcılar KCK içinde karışık işler çeviren MİT elemanlarını soruşturuyor, hükümet politikalarını değil” şeklinde savunmalar geliştirmişti.
Muhtemelen gazetelerin çoğunun bugün başlığa çıkaracağı bu cümleden hareketle, Erdoğan’ın esas hedefin kendisi olduğu şeklindeki yorumları benimsediği sonucuna varabiliriz. Dolayısıyla son günlerde siyasi iktidara yakın olduğunu bildiğimiz bazı isimlerin, “yargı darbesi”, “yargı vesayeti”, “7 Şubat müdahalesi” gibi kavramsallaştırmalara gitmelerinin, hatta bazılarının son krizi TSK’nın 27 Nisan (2007) müdahale girişimiyle kıyaslamasının hiç de boşuna olmadığını anlıyoruz.
Başbakan yaşananları “münferit” olarak tanımlıyor ancak bugüne kadar hiç kimse olup bitenlerden şahsen savcı Sadrettin Sarıkaya’yı sorumlu tutmadı; tutmaya çalışanlar da onu bir şekilde bazı iç ve dış odakların yönlendirmiş olabileceği yolunda komplo teorileri geliştirdi.
Bu krizi hemen hükümet-Gülen hareketi arasındaki çekişmeyle ilişkilendirmek hiç de şaşırtıcı değildi, çünkü uzun süredir, özellikle özel yetkili mahkemeler ekseninde Gülen hareketinin bilgisi dahilinde bir tür polis-savcı-yargıç üçgeni kurulmuş olduğu ve bu durumun giderek hükümeti de rahatsız ettiği olduğu yolunda iddialar vardı. Kriz patlak verir vermez, daha savcıya bir şey olmadan İstanbul’daki üç polis şefinin kızağa alınması (daha sonra devamı da geldi) bu teoriyi güçlendirdi. Daha önemlisi, yakın bir zaman kadar birçok konuda elele hareket etmiş olan bazı medya kuruluşları ve gazeteciler arasında çarpıcı bir bölünme yaşandı. (Meraklısına yakın zamandaki bir yazımı hatırlatırım:
http://haber.gazetevatan.com/Haber/424742/1/Gundem )
İktidar partisi sözcülerinin temkinli açıklamalarına ve Fethullah Gülen’in Başbakan’a yolladığı sıcak geçmiş olsun mesajına rağmen, her iki tarafın eli kalem tutanları, sanki uzun bir süredir bu anı bekliyorlarmış gibi yoğun bir savaşa giriştiler. Savcıların (ve onlarla birlikte hareket eden polislerin) tezlerinin ve bazı iddialarının, hiç de adı “cemaatçi”ye çıkmamış anaakım medyanın bazı organları ve bazı popüler gazeteciler tarafından dolaşıma sokulması bu savaşı daha enteresan kıldı.
Dün de yazdığım gibi, Türkiye’nin en azından son beş yılına damga vurmuş olan bir “kendiliğinden ittifak”ın çatırdamasıyla başlayan yeni tür iktidar savaşlarının en çarpıcı örneklerinden birine tanık olmaktayız. Karşılıklı “aramıza kimse giremez” mesajlarını daha sık işiteceğe benzeriz ama her iki taraftan değişik konularda gelecek adımların gerisinde yatan mesajlar çok daha belirleyici olacak.
Gülen hareketi üzerine görüşlerimi yarınki (ve muhtemelen son) yazıya saklıyorum, ancak bugünkü yazıyı bitirirken şunu söylememe izin verin: Üçüncü şahısların fazla heyecanlanmalarının gereği yok, bu krizin geleceğini yine her iki taraf belirleyecektir. Bunu barışarak mı, yoksa savaşarak mı yapacaklarını göreceğiz. Şahsen, gelinen bu noktada Gülen hareketinin geri adım atma ihtimalinin daha yüksek olduğunu düşünüyorum. Ama yıllarca nice emek vererek kazanmış oldukları mevzileri hiçbir şey elde etmeden terk etmelerini beklemek de gerçekçi olmayacaktır.
Evet, yarın devam edelim.