Fotoğraflar her şeyi açıkça gözler önüne seriyor. Bir yandan kadın polisler tarafından sürüklenen 82 yaşında bir kadın, öbür yandan Yunan Mitolojisinden esinlenen bir resim gibi zalime karşı direniş içinde birbirlerine kenetlenmiş bedenler. Bu bedenler polis şiddetine karşı bir direniş ağı oluşturuyor. Barışçı, hiçbir şiddet unsuru taşımayan bir kalabalığa karşı polis saldırıyor, orantısız güç kullanıyor, biber gazı sıkıyor, copluyor ve 70’i aşkın göstericiyi gözaltına alıyor. Bütün bunların nedeni, çocuklarını devlet gözetiminde kaybeden, onlardan haber alamayan annelerin, çocuklarının ve sevdiklerinin akıbetini öğrenmek ve faillerin cezalandırılmalarını istemek. Böylesine masum bir talep, Sn. İçişleri Bakanı tarafından terörizmle bağlantılı görülüyor. Buna kendisinin izin vermeyeceğini söylüyor. Ama ne yapılırsa yapılsın, insanların sevdiklerinin kemiklerini aramalarının ve neden öldüklerinin Öğrenmek istemelerinin ve faillerinin cezalandırılmasını talep etmelerinin önüne geçilemez.
Devlet, bir annenin elinden kaybedilen çocuğunu arama hakkını nasıl alır? Söz konusu olan çocuğunu yitirmiş olan bir annenin acısı. Buna saygı göstermemek bir insanlık ayıbı.
Bu söylem ve söylemin yol açtığı şiddet eylemleri hukukla, AİHM kararlarıyla uyuşmuyor. Geçen hafta Cumhuriyet Gazetesi’ndeki makalemde belirttiğim gibi, AİHM devlet gözetimine alındıktan sonra kendisinden uzun süre haber alınamayan kişilerin öldüğünü ve bundan devletin sorumlu olduğunu kabul ediyor. Türkiye ile ilgili olarak, devletin kaybedilen kişilerin yaşam hakkını ihlal ettiğini belirten pek çok AİHM kararı var. Devletin adam öldürdüğünün bir uluslararası mahkeme tarafından saptanması çok ağır bir hüküm. Devletin bu ağır suçlamadan kurtulması için, doğru dürüst bir soruşturma açması, failleri yargı önüne çıkarması gerekli. Cumartesi annelerinin de talebi tam da bu. Oysa, devlet ne yapıyor? Bu talebi ileri sürenleri teröristlik ile suçluyor. Bu hesapça AİHM de terörist oluyor. Devlet böyle davranmakla, AİHM kararlarındaki kaybedilen kişilerin ölümünden sorumlu olduğu suçlamasını kabul etmiş oluyor. Akıllı, vicdanlı bir devlet tutumu böyle mi olur?
Sorunun bir başka yönü daha var. Galatasaray Lisesi önünde toplanan anneler, gerek Anayasa’mızda, gerek Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde öngörülen bir temel insan hakkını, toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkını kullanıyor. Bu hak, ifade özgürlüğü hakkıyla da yakından bağlantılı. AİHM’in Türkiye ile ilgili onlarca kararı var. Oya Ataman kararıyla başlayan bu kararlar dizisinde AİHM’in söylediği şu: Barışçı bir gösteri söz konusuysa, devlet güçlerinin bunu engellemesi toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkının ihlalidir. Devlet barışçı bir gösteriyi sadece engellememekle değil aynı zamanda engellenmesini önlemekle yükümlüdür. Gösteri yürüyüşü için izin alınmamış olması (Anayasa’mıza göre, toplantı ve gösteri yürüyüşü yapmak izne tabi değil), ya da bildirim yapılmamış olması devletin bu yükümlülüklerini değiştirmez. Kolluk güçleri, orantısız güç kullanarak, toplantıyı yasaklamakla, toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkının özünü ortadan kaldırmakta. Başka bir deyişle, sadece hakkın kullanılmasını sınırlamamakta, aynı zamanda hakkın varlığını reddetmekte. Oysa, Anayasa 13. madde hakkın özüne dokunulamayacağını belirtmekte.
Cumartesi annelerinin toplantısını hukuka aykırı bir biçimde şiddet kullanarak dağıtan devletin vatandaşlarına verdiği mesaj şudur: “Ancak benim izin verdiğim toplantıları ve gösteri yürüyüşlerini yapabilirsiniz. İzin vermediklerimi yaparsanız sizi cop, gaz, tutuklama bekliyor.”
Siyasal iktidarın gözden kaçırdığı bir nokta var. Bütün temel hak ve özgürlükler gibi, toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı da devlet tarafından bahşedilen bir lütuf değildir. Bireyler, insan oldukları için, doğuştan bu haklara sahiptir. İnsanı insan yapan bu temel değerler, devleti aşar, devlet egemenliğini sınırlar. Ancak demokrasiyle yönetilmeyen, otoriter rejimlerde, devlet kendi polisiyle, yargısıyla, toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkını bastırır. Bu hakkı kullananları tutuklar.
Burada halk egemenliği ile devlet egemenliği arasındaki çelişki söz konusu. Seçimle halk, egemenliği seçtiği iktidara, insan haklarına saygılı, demokrasi, hukuk devleti ilkelerini uygun bir biçimde yönetsin diye devreder. Ama iktidara devredilmeyen yetkiler de vardır. Örneğin, halkın iktidarı eleştirme, protesto etme, hesap sorma yetkisi her zaman bulunmakta. İktidarı eleştirme hakkının en önemli araçları, ifade özgürlüğü ve toplantı ve gösteri yürüyüşü hakları ve bu hakların kullanılması. İktidar bu hakların kullanılmasını yasaklamakla, halk egemenliğini devlet egemenliğinin bir aracına dönüştürmekte.
Halk egemenliğini ortadan kaldıran bir iktidarın meşruiyeti de tartışmalı bir hale gelir.
Cumartesi annelerine yapılan saldırıyla, iktidarın hukuk tanımayan, acımasız, zorba yüzü bütün çıplaklığıyla ortaya çıkmıştır. Buna karşı demokrasi güçlerinin birlikteliği yeni bir önem kazanmıştır.