Aslında önceki yazıdan devam ediyoruz.
Memlekette yaratılan/yaşanan iklimde eleştiri giderek ihanetle eş değer bir duruş olarak kabul edildi. Eleştiri aslında muhatabını geliştiren, dönüştüren, çeki düzen vermesini talep eden, faydalı bir uyarı diliydi. Eleştirilenin olgunluk sınavı, demokrasinin turnusol kağıdı ve çoğulculuğun olmazsa olmazıydı.
Eleştiri bir itirazı barındırırdı. Kamil olan için fırsattı. Dönüp kendisine bakacağı bir aynaydı. Ders çıkarılması halinde hataların ayıklandığı bir elek vazifesi görürdü. İnsanın/kurumun olgunluk sınavıydı. Ego ile mücadelenin biricik anahtarıydı.
Eleştiri Türkiye’de demokrasinin işlemesi için kullanılan bir anahtar olmadı. Liderler eleştiriyi “karizmanın çizildiği” bir saldırı aracı olarak algıladı. Hal böyle olunca da eleştirinin sorgulayan ve dönüştüren hasleti yerine “onlar sana düşman, bana düşman” şüpheciliği ve tavrı öne çıktı. Eleştiri, lideri halkın gözünde küçük düşürecek bir komplo/saldırı olarak görüldü.
Eleştiri aynı zamanda siyasi görüş/parti ve inancın takipçisi kanaat önderleri açısından da püskürtülmesi gereken bir saldırıdan başka bir şey değildi. Eleştirinin dili; içeriği ve niteliği, doğru ve gerçek olup olmamasından çok kimin eleştirdiği, zamanlaması, konjonktür, siyasi menfaatlere zarar verip vermeyeceği türünden bir pragmatizmle algılandı.
Türkiye hızla kutuplaştı. Bu kutuplaşma süreci liderler üzerinden kurgulanan, ‘sırça sarayda’ liderin oturduğu bir hiyerarşi içinde çevresinde –önem derecelerine göre- mahallenin kuşattığı bir coğrafyayı temsil ediyordu. Liderin çevresindeki evler liyakati ölçüsünde saraya yaklaşabilir, uzaklaşan önce mahallenin kenarına taşınır, giderse de giderdi. Zira lider zaten gözden çıkarmıştı.
Bu denklem AKP, CHP, MHP için geçerli bir formüldü. Kürt siyasi çevrelerinde ise “sırça köşkte” Öcalan oturduğu için mobilizasyon lider tarafından belirlenmiş inanç ve liderin tercihinden ibaretti.
Bu mahallelerin seçkinleri, nezihleri, şövalyeleri, tetikçileri, sarayın yanıbaşındaki evde oturanları ekabirleri olurdu.
Konumuz AKP olduğu için bu mahalleden devam edelim.
AKP kendi medyasını, aydınlarını, bürokratlarını, burjuvazisini ve intelijansiyasını yarattı. Geçmişten farklı bir duruş ve tercihti. Merkez sağın mukim sakinlerinden kadrolar devşirmek/uzlaşmak yerine “zamanın ruhunu” kabul eden, ikbali ve inancı AKP’de cisimleşen bir siyasetçi kuşağı yarattı.
Bu yeni bir şeydi. AKP evrilmek yerine siyaseti dönüştürmüştü. Bu yeni kadrolar Refah Partisi’nin son döneminde yaşanan reformcu sürecin mahsulleriydi. Öylesine geniş bir yelpazeyi içinde barındırıyordu ki “hepsi oradaydı.” Eski solculardan başlayarak, liberaller, eski sağ parti kadroları, ülkücüler, Milli Mücadeleciler, Genç Siviller, İslamcılar, Cemaat ve dahi bütün tarikat koalisyonları bir aradaydı. İhya edilen muhafazakar bir ülke tahayyülüydü.
AKP’nin bu yeni kadroları hiç de azımsanmayacak bir entelektüel birikimi içinde barındırıyordu. Aslında bu yeni dönemde -2002-2007- aslında hayat kolaydı. AB bir AKP projesiydi. Demokraside gerekirse “Kopenhag Kriterleri Ankara kriteri olurdu.” Ekonomi tıkırındaydı. PKK bilmemkaçıncı ateşkes süreçlerinden birini yaşıyordu vs. vs.
AKP’ye açılan kapatma davası sonrasında Gülen Cemaati’nin “gerekirse ev ev dolaşıp oy isteme” diğerkamlığı ile Balyoz ve Ergenekon davalarında yolu açan buldozer misali bürokratik/revizyonist gücü ile bir “oh çekilip” karşıki dağların yıkıldığı günlerdi.
Sonrası malum, otoriterleşme süreci, Erdoğan’ın kimi zaman AKP kadrolarına rağmen “öfkenin hitabet sanatı” olduğu inancı ve zaman içinde öfkenin siyasetin ta kendisi haline getirmesi ile birlikte Türkiye’de kutuplaşma süreci giderek ağırlaştı.
Sözü getirmek istediğimiz ise işte bu AKP aydınlarının eleştiriden azade lider algısı ve eleştirel aklı unutarak inanca hizmeti biricik kritere dönüştürme iradesidir. Gezi ve 17-25 Aralık yolsuzluk rüşvet suçlamalarından itibaren, bu kadrolar tarafından eleştirilecek hiç bir tasarrufu olmayan, liderin mutlak doğruyu yaptığına inanılan Erdoğan dönemi başladı. Artık eleştirinin ihanet olarak algılandığı bir süreç başlamıştı. Eleştirinin dozajı, parti ve lidere olan katkısı bir kriter olamazdı. Zira eleştiri ancak Erdoğan’ı yıpratmak ve “öteki yüzde 50’nin ekmeğine yağ sürmek için yapılan” bir entelektüel faaliyet olarak görüldü.
Lider de iktidar partisi de eleştiriden azade giderek kutsanan ve söylediklerinde keramet aranan bir külte dönüşmeye başlamıştı. Öyle ki kimi lidere dokunmayı ibadet saydı. kimi öteki dünyaya bir kaç dakikalığına gittiğini ve oradakilerin Erdoğan’a oy verin dediğini anlattı. Kimi ise Erdoğan’a oy vermeyeni imansız ilan etti. Liderden uhrevi bir keramet çıkmalıydı.
Böylece AKP-Erdoğan’a inanan aydınların lideri hiç bir biçimde eleştirmediği ve mutlak doğruyu temsil ediyormuşçasına iman ettikleri bir garip döneme girildi. Bir Erdoğancı aydınının askeri vesayet, Kemalizm’in restorasyonu, Müslümanların geçmişte ve 28 Şubat sürecinde yaşadığı sıkıntılar, eşit bir yurttaş olabilme iştiyaki gibi bir çok gerekçeyle bu koşulsuz desteği verdiği düşünülebilir. Peki ya eleştiri? Peki ya daha iyi bir Türkiye için sorgulama desteği? Bu soruların yanıtı kocaman bir hayırdı.
Lider ile yaşanan dönem arasında kurulan dolaysız ilişkiyi fetiş haline getiren bir başka etken liderin eleştiriye tahammülsüzlüğüydü. Erdoğan yapıcı eleştiriyi bile ihanetle özdeşleştirince Erdoğancı aydının açmazı/zaafı da büyüdü. Eleştiri lidere ihanetse eleştirmiyeverirlerdi. Gerek akademyada, gerek basında ve gerekse bürokraside Erdoğan yanlısı aydınların “Cumhurbaşkanı/başbakan bu konuda hatalıydı” dediği herhangi bir yazı çıkmaz oldu. Bedeli sadece ihanet değil, dünyevi nimetlerden de mahrum kalınmasıydı.
Erdoğan açısından bir dedektif titizliği ile basında ve diğer mecralarda “hainlerin” ayıklandığı ve operasyon çağrısı yaptığı dönem başlamıştı. “Demokrasi uğruna çok çile çektik” diye yazılarına başlayan hükümet yanlısı aydınlar sus pus meslektaşlarına yapılanları müstahak görüyordu. Gezi’de ayakkabıyla girildiği için telin edilen caminin benzeri Mısır’da gözleri yaşartabiliyordu. Hiç bir Erdoğancı aydın üstü çıplak, bandanalı 100 Gezi militanının bir başörtülü kadının üzerine işediği saçmalığını sorgulamıyordu. Mantık ile ideoloji arasındaki sıkışmışlık hali nedeniyle Çağlayan’ın saatinin fiyatı bile konuşulmaz olmuştu. “Affedersiniz Ermeni..Rum” söylemleri ayrımcılık merceğinde değil, “aslında demek istedi” mütercimliğinde tartışılıyordu. Oysa lider kudretin verdiği güçle söylediğinin mealini bile yorumlamaya gerek duymuyordu. Nasılsa onun yerine bunu yapanlar vardı. Amerika’yı Kolomb keşfetti derse, mutlaka bunun tarihsel arka planını yazacak biri bulunurdu. Aksaray israf ve ifrat örneğiyse mutlaka “Türkün Haşmet’i” diye başlayacak bir yazar hazırdı. E, eleştirel akıl aydın olmanın en önemli koşuluysa bunu da yapabilmek için Etyen Mahcupyan riyakarlığı devreye girerdi. AKP adına yapılan hatalar sıralanır ama liderden hiç söz edilmediği için ya da lideri aldatan/yanlış yaptıran danışmanlarda suç olduğu için “majestelerinin muhalefeti” de gerçekleşmiş olurdu.
Ve siz Erdoğancı aydınlar…fikriniz, irfanınız ve vicdanınız hürse, hiç mi içiniz acımadı 14 yaşındaki o çocuk miting meydanında yuhalandığında? Hiç mi uykusundaki evladınızı seyredip ‘ya benim yavrum olsaydı’ diye düşünmediniz? Her şey bir yana Berkin için hiç mi dua etmediniz? Eleştirel akıl vicdanla maluldür. Vicdanınızı nerede kaybettiniz?