Merhaba!
Siyasi / diplomatik / toplumsal gelişmeler hakkında yazanlar; başarı gibi sunulan durumun aslında bazı olumsuzlukları içerdiğini, dikkatli olunması gerektiğini veya tersi bir durumda vahamet olarak sunulan durumda bir dakika durum o kadar da vahim değil, her olumsuzluk bazı olumluluklara davetiye çıkarabilir diye yazarlar…
Yerel veya gerekirse evrensel tecrübeden örnekler verirler…
Benzeri durumlarla geçmişte karşılaşılmış, ilk başta bugünkü gibi (olumlu veya olumsuz) tepkiler verildiğini ama sonucun hiç de öyle olmadığını anlatabilirler…
Abartmasız söylüyoruz…
Her ay, her hafta, her gün değil; neredeyse günde birkaç kez -başka toplumlarda sarsıntılara sebep olabilecek - ifade, söz, şiddet, hareket, hakaret, cinayet vs olduğunda yazmak zor değil, anlamsızlaşıyor adeta…
Hangi birini yazacaksınız?
Yazıp da ne olacak?
Kitleleri uyarmak, okuyucuların dikkatini çekmek, tartışmaya katkıda bulunmak işlevleri kadük olunca, neyi, nasıl ve ne için yazacaksınız, önünüze sorun olarak çıkıyor…
* * *
Sözün bittiği yer mi?
Sözün bittiği yerde diye bir ifade var biliyorsunuz…
Çok kullanır olduk; hatta fazla kullandığımız için aşındırıyoruz anlamını…
Üstümüze yoktur aşındırmada kavramları, kelimelerin içini…
Ziya bir moda gibidir bazen ifadelerin kullanımı…
Çoğu zaman da aşağı yukarı evet aşağı yukarı doğru yerde kullanmamıza karşın, birisi ne demek diye sorsa kullandığımız ifade için, gak-guk der tıkanırız da…
Neyse, en azından sözün bittiği yer ifadesini açmaya çalışalım…
Bir olay / bir durum karşısında, kullanılan kelimelerin, cümlelerin acizliğini ima eder.
Evet, özet olarak böyle diyebiliriz…
Neden mi bu kavramın konusunu açtık?
Anladınız sanırım…
Sözün bittiği yerde değil miyiz sizce?
Gerçi, büyük şaşkınlıkla, çokların yaşadığı mutluluklarını da görmüyor değilim…
Kâh (bilgisizliklerinden-bihaberliklerinden dolayı yaşadıkları) mutluluklarına sevinerek, aslında üzülerek, kâh iletişimin hayatımızın ayrılmaz bir parçası olduğu 21 Yy’da bu kadar iletişimsiz olunabileceğine tanık olarak…
Sivil toplum hareketlerini de yenilemek lazım
İsimleri önemli değil, zira konumuz o veya bu değil ama işlevsellikten konuşacağız…
Kollokyumlar, seminerler, work shop’lar, açık oturumlar, yuvarlak masalar, teati seansları, buluşmalar ve benzeri organizasyonlar artık kırk kişiyiz, kırkımız da birbirimizi bilir ve hep birlikte hu çekeriz misali, zaten anlatılmak istenen, ikna edilmek istenen fikir veya fikirleri savunan insanlara seslenir oldu… Üstelik böyle de olsa, 250 kişilik salonda topu-topu 60-90 kişinin oluşu, dediğimizi maalesef teyit ediyor…
Uzun bir baskı, dayatma, diktatörlük dönemi sonucunda bazı tabuların kırılabilmesi için sanal darbeler atabilen, çoktandır dimağların aç ve susuz kaldıkları konuları açıkça tartışabilme ortamı yaratma açısından çok yararlıydı hatta müthişti bu çalışmalar…
Ülkemizin 90’lı yılların malum istibdadından sonra sivil toplum örgütlerinin organize ettiği (yukarıda anlattığımız) etkinlikler, boşu boşuna salonları tıklım-tıklım doldurmuyor, heyecan dalgası yaşatmıyordu…
Ama işte tüm bunlar o zamanlar içindi…
90’lardan 2000’in başlarına tamam…
Ama 2000’in ortalarından itibaren düşüşe başladı…
Kanıksanma durumu ile karşılaşıyorduk hakikatte…
AKP başlarda, STK’ların anlattığını bizzat yapınca…
Askeri vesayetin henüz (eski dönem anlamında) egemen olduğu dönemde; AKP, dış çağdaş dünyayı, üzerine dayanıp güç yani meşruiyet kazanabileceği bir manivela olarak kullanıp, ülke içinde olan karşıtlarıyla baş etmek zorundaydı… Hâl böyle olunca, o Avrupa veya dış dünyanın hoşuna gideceği, içerdeki liberal-demokrat hatta liberal sol çevrelerin yıllardır ettikleri talepleri, söylemlerini bizzat üstlenerek bu STK’ları etkisizleştirdi aslında…
Bu arada, o aslan liberal-demokrat-sol liberal çevreler ne yaptılar?
Amiyane tabirle yan gelip yattılar…
Durum muhakemesi yapıp, çalışma yöntemlerinde değişime gitmeyi düşünmediler…
"Organize ettik mi? Ettik…" anlayışı…
İsmi lazım değil, çok tanınmış STK’larda bazı projeler için naçizane katkımızı sunuyorduk…
Proje sahipleri, şartnamede haklı olarak basın-yayın-medyada etkinliğin mümkün mertebe geniş kitlelere ulaşmasını sağlamak için haber veya yorum yazılarının çok olmasını talep ediyor hatta bunun için bütçede bir harcamak için pay da ayırmıştı…
Bakıyorduk, projeyi uygulayanlar, yapılan etkinliğin gazetelerde bırakın çoğu, yankısı olmuş -olmamış, medyada yansıması olmuş mu, hiç ama hiç ilgilenmiyor ve belki de (bu da artık sanki bir paranoyak gözlem) hiç çıkmamış olsa daha memnun olacaklar…
Bilemiyoruz ama en azından görüntü buydu ve gitgide daha da vahimleşen bir halde öyle…
Rahmetli Çetin Altan’ın Türk’e Türk propagandası yapmak diye bir kavramı vardı, yönetici kadroların bunca yıldır yaptıklarını eleştirdiğinde kullandığı…
Demek ki bir ülkede postaneler neyse hastaneler de aynı durumda oluyor…
Yani bir ülkede statükocular - vesayet altına tutmak isteyenler neyse, o ülkenin demokrat – solcu – liberal cenahı da aslında içten içe ona benzeyecekti…
Üstadın kavramını, bizde de (zaten) demokrat – liberal olduğunu iddia edenlere demokrasi ve liberalizm propagandası yapmak diye uyarlayabiliriz ama hakikaten yapılan bu bizce…
Söz söylemekten ziyade, yeni şeyler yapmak lazım…
Mahalle komiteleri fikri, nasıl muhtarlar aracılığıyla bazı mesajları yaymak için kullanıldı ve asıl mahalle komiteleri fikrinin sahipleri bunu unuttuysa; işte mahalle komiteleri fikrinin asıl sahipleri, kendilerinin olan yöntemlerini hatırlamaları lazım…
Her ama her şekilde mega-hiper-ekspres, mini marketler yerine, mahalle bakkalından, alış veriş yapmayı bir eylem disipliniyle alışkanlık haline dönüştürmek gibi… Mahalle sakinleri / birkaç aile anlaşarak, tarlalar-köylerden çokça sebze-meyve alıp, hem organik, hem ucuz alarak, köylüye (aracıların verdiğinden) çok fazlasını ödeyerek, onu desteklemiş olarak…
STK kolokyum vb toplantıları da, bizzat Anadolu’nun bağrına gidip, orada yapmak lâzım…
Yoksa kendi kendimizi kandırırız cancağızlarım…