Ülke ve beynelmilel gelişmelerin, gündemi hoyratça değiştirmesi, belki de böyle bir yazının geç yazılmasını anlamlı kılıyor… Zira zaman kavramını, insan ömrü kadar değil de, daha geniş düşündüğümüzde, ülke / beynelmilelce yaşadıklarımızın anlamsızlığını ve tarihten adeta bir ‘başarıyla’ ders alamayışımızı hatırlatan bir kitaptan söz etmek istiyorum.
Üstelik kitabın yazarıyla, asli kökeni, sonradan karıştığı Avrupa âlemi, ismi vd yönleriyle ortak yönlerimin olduğunu da saklayamayacağım…
İletişim Yayınları’ndan, Raffaele Gianighian’ın İtalyanca özgün adı Khodorçur - Viaggio di un pellegrino alla ricerca della sua Patria yani Xodorçur - Vatanını arayan bir gezginin seyahati adıyla bir kitap çıktı…
Oğlu, Venedik IUAV Üniversitesi’nde rektör yardımcısı, mimarlık öğretim üyesi, Prof. Dr. Nubar-Georgio Gianighian (Canikyan) Türkçe yayınlanması münasebetiyle İstanbul’daydı. Cezayir Restaurant’ta, kitabın içindeki fotoğraflarla bir sergi ve bazı bölümlerin Ermenice ve Türkçe okumaların da yapıldığı bir tanıtım gecesine katıldı, sevgili eşiyle…
İtalya’nın aynı üniversitesinde, önce kendisiyle, sonra kitapla tanışmış, böylece bunu tercüme edip Türkiye’de yayınlama fikrini yaratıp gerçekleştiren, Prof Dr Serhan Ada, orada yıllarca sanat teorisi, kent-kültür politikası konularında ders vermişti…
Vermiş vermesine ama Sayın Serhan Ada’nın bu kitabın sadece çevirmeni olmayıp, daha fazlası olduğunu sanki bize anlatan, düşünce dünyasına bir gezinti yapalım diyorum…
'Kimlik arkeolojimizde,
sosyal şizofreni durumu'
‘(…) Ermeni soykırımı veya tehciri hadi o da olmadı tüm Ermenilerin onca yıl kullandıkları insani bakımdan büyük felâket anlamında medz yeğern büyük-sorunu halledilmemiş bir acı. Adının fark edilmez oluşu, insani felâketin doğurduğu kıyaslanamaz hacim ve sorunundan geliyor. Adının şu ya da bu olması, vahametive sorumluluğu azaltmıyor; önümüzde öylece… 1915-2015-2016, topraklarımızda hâlâ bitmemiş bir acı olarak kafa-zihnimizde yerini koruyor Adına kimlik arkeolojisi diyeceğimiz bir durum var. Kazılmaya başlıyor insanların kimlikleri yavaş-yavaş, kimse de bunun önünü alamıyor; sesli itiraf edemedikleri birçok şeyi, sessizce idrak etmeye, akabinde fısıldamaya başlıyor. Böylece yaşadığımız sosyal şizofrenide de gelişmeler kaydediliyor Sonra sana söylüyorum aman kimse duymasın evresi başlıyor; daha sonra resmi diplomasinin neredeyse yok olduğu şartlarda (yıllar önce başlattığımız halk diplomasisinin önem, yeri! /RAH) küçük diyalog adacıkları oluşuyor her iki tarafta da…
Ermenistan ve Türkiye’nin sivil toplum örgütleri, diyaloga yanaşamayan kendi devletlerine inat, el ele tutuşup pek âlâ da bir tür kültür yani halk diplomasisi oluşturabiliyorlar… (Buna rağmen, her iki devletteki bazı resmi diplomatların da aslında halk veya kültür diplomasiden hoşnut olanlar da var tabii /RAH)
Tüm bunlarla birlikte, sadece geçmişteki yaşanmış acılar değil, bugünkü sorunların, mesela bugün kapı komşumuz Ermenistan’ın sorunlarının hepimizi ilgilendiriyor olması gerekiyor.’
'Gianighian üzerinden,
zamanın, yöre ve insanını görmek'
Serkan Ada devam ediyor…
‘(…) Aynı üniversitede ders veriyordum, kendisi Rektör yardımcısıydı, tanıştık, selamlaşmada aynı coğrafyadan olduğumuzu söyledi; tahmin ettim, soramadım. Bu gibi durumlarda ben ve arkadaşlarım karşılaşırız; bastırılmış acıların depreşmesinden çekiniriz böyle durumlarda, karşıdan açıklama bekleriz ve geldi de. Birden replikler havada uçuştu ve babamın bir kitabı var dedi. Mutlaka okumak isterim dedim. Okumaya başladım, derhal sonuna kadar okumam gerektiğini anladım, ortasında mutlaka Türkçe yayınlanması gerektiğine inandım. Bitirince, tercümeyi benim yapmak istediğim kesinlik kazanmıştı. Ve tedavi edici bir yolculuk başladı.
Ama önemli olan neydi biliyor musunuz? Bir insan, bir çocuk, bir gençle ama tüm bunlara rağmen neşesini kaybetmemiş birisine rastlıyorsunuz… Raffaele yani kısaca Ermeni adıyla Raffi, yine Anadolu’nun zamanında çok aşina olduğu şekliyle Canikyan Bey, zor şartlarda bile neşesini kaybetmemeye çalışan bir insan. Okuyucuya öğreteceği çok şey var; bir özelliği de, her fırsatta bize sürprizler çıkarıyor. Kitap sürprizlerle dolu, okudukça şaşırıyorsunuz. Öyle bir ayrıntı zenginliği var ki, Anadolu yollarında adeta kendisiyle ilerliyor ve yoldaki tüm nehir, akarsu, göl, nice coğrafi-doğayla ilgili yerlerin adlarıyla karşılaşıyorsunuz. Müthiş bir şey tabi. O yaştaki çocuğun bunları kaydedebilmiş olduğunu anlıyor ve şaşırıyorsunuz; zira harita üzerinde asla bu kadar ayrıntıyı bulamazsınız, yok! Tabii o yaşta bir çocuğun beynine kazıyabilmesi için yaşadıklarını ve kendi, öz be öz topraklarını nasıl kucakladığını ama öz toprağından koparılmak istenmiş halinin, zannedildiğinden de ne kadar feci olduğunu ister istemez anlıyorsunuz. Bu kitabın bir sergisi olmalıydı; kitap önce banda okunmuş, sonra daktiloyla yazılmış… Onun sürprizleri bitmiyor.’
Serhan Ada’nın anlattığı - kitabı okuduğunuzda sizlerin de göreceğiniz - gibi, babasının sahip olduğu mizahi mizacından nasibini aldığı belli olan, Georgio-Nubar Canikyan ise babası hakkında daha bir farklı, özel olduğu için tabi, pencere açıyordu…
‘(…) Önemlisi, babam uzun yıllar ama tahmin edemezsiniz, sükûtu yaşadı! Kendi yaşadıkları hakkında konuşmayı reddetti. 1985 tarihinde, el yazısını çıkardı o kadar çok merak ediyorsan al da oku dedi, işte bu dönüm noktasıydı. O zaman sükûtunu açıklayamıyordum, zira ölmemiş öyle / böyle kurtulmuştu, hayatta kalmıştı, yaşam mücadelesi vermiş ve sonuçta kazanmıştı ‘o zaman neden sükût?’ anlayamıyordum. Zor bir hayatı olmuştu, kabul, yaşadıkları üzerinde iz bırakmıştı ve o iz’in adı da açlıktı sanki. Meslekten yazar değildi ama az yazarın sahip olduğu yaşanmışlıklara sahipti, masa başından değil, hayatın ta dibinde kökleri olan. Yazılarında sürekli ‘buğday’, ‘az yiyebildik’, ‘hızlı yemek zorundaydık’, ‘ekmek verdiler’, ‘tadı güzeldi’ yani hep ama hep yemek fiili kullanılıyor ve anlatılarında önemli bir yer işgal ediyordu… Kendisine de hayattayken ‘nasılsın baba?’ diye sorduğumuzda ‘iyiyim, çok iyi, anneniz güzel bir yemek hazırladı’ derdi… Yani iyi / kötü olma durumu herp yemekle anlatılırdı. Ölmeden önce bir anımız var mesela... Eşimle kendine 3 kg’luk koca taze bir levrek balığı getirmiştik… Levreği hazırlamıştım, babamdan öğrenmiştim zira eşim pişirmeyi bilmez, kendisi de iştahla yemiş; ilk kez daha yok mu? diye sormamıştı… Genelde öyle yapardı. Hayatında en önemli ikinci kavram da dağdı… O dağ adamıydı; demirci ustası dedem gibi; bu sayede onca acıya direnebilmiş, hayatta kalarak, iyi şekilde idame ederek, eczacı olarak, aile kurup başarmıştı… Fakülteyi bitirdikten sonra, bir arkadaşı, kendi eczanesinin yaz nöbetini tutması için Cortina (d’Ampezzo) şehrine çağırmış. Gitmiş, Noel zamanıymış, karı görünce, çoktan yapmadığını yapmış, oturmuş ve ağlamış. Cortina’yı görünce işte memleketim demiş, Erzurum dağlarını hatırlamış… Sonra eşiyle tanışmış, evlenmiş ve ben dâhil dört çocuğu oldu…’
Georgio Canikyan, hüzünlendirerek, güldürerek, şaşırtarak devam ediyor; sevgili eşine bakıyorum, gözleriyle izliyor, onaylıyor ve adeta konuşuyor kendisiyle, sessizce…
Özlem olgunlaşınca,
arabasına atladı ve Erzurum...
‘(…) 1977’de İtalya’da kahvehanede gençlerin, aralarında konuşurken Kaçkar dağlarından bahsettiklerini duyunca, tutamamış kendisini; yanlarına gidip siz memleketimin dağlarından bahsediyorsunuz, hayrola, demiş (Gençler şaşırmışlar başta tabii, ne kadar da Akdeniz ülkesi de olsa, böyle birinin hariçten gazel okur gibi konuşmaya dâhil olması pek alışılmış bir şey değil /RAH). Kendilerinin dağcı olduklarını, sıkça bu dağlara çıktıklarını söylemişler. İşte ne olmuşsa o zaman olmuş; onlarca yıl, dalından düşmeyi bekleyen bir meyve gibi, içindeki özlem duygusu olgunlaşmış; gençlerle karşılaşmasından tam bir yıl sonra kendi arabasına atladığı gibi ta Erzurum’a kadar gitti ve Hodorçur’una kavuştu…
Ülkemizin SSCB’nin yıkılışından sonra, Ermeni dili-uygarlığı-edebiyatı konusunda, hem de Ermenistan’da eğitim görmüş, akademik kariyeri yapmış, en azından ilk uzmanı, eğitimci Sevan Değirmenciyan’dan Ermenice dinledik kitabın bazı bölümlerini. İzmir’li oyuncu, Bilgi Üniversitesi’nin Krek Tiyatrosu’ndaki Babamın Cesetleri adlı oyunu ve Bir İstanbul Masalı, Hırız Polis ve Bıçak Sırtı dizilerinden tanıdığımız Şerif Erol’dan da Türkçe dinledik.
Okunan bölümler, adeta bam teline vuruyordu, insanların zihin, bilinç ve beyinlerindeki…
Yaşanmışlıkların hem yaşatanın hem de yaşayanın diliyle dinlenilmesini, anlamlı ve tedavi edici bulmuşlardı günün düzenleyicileri; saygı duyulacak bir yaklaşımdı kuşkusuz…
Bu okumalar sayesinde, sanıyoruz 1977 yılında, 71 yaşında, arabasına atladığı gibi, çılgınca Erzurum Khodorçur’una giden Raffaele (Raffi) Bey’in yazın sıcağında, dinlenmek üzere bir parkta oturunca, yanı başında tesadüfen duran aksakallı, nur yüzlü bir hemşerisiyle yaptığı konuşmayı, tanışıklıkları ve daha birçok şeyi öğrendik…
Daha fazla devam etmek istemiyor ve Anadolu’nun - her ne kadar kopartılmak istenmiş olsa da - asla ve kat’a kimsenin toprağından kopartamadığı, bu güzel çocuğunun macerasını okumanızı salık veriyorum…