Türkiye’de, bir insan, eski bir yapıyı izinsiz tamir ettiği, hatta eski güzelliğine (restaurer) dönüştürmek amaçlı tamir ettiği için hapse atılıyor…
Sadece bu verilerle böyle bir haberi okuyan yabancı (demokrasi / çağdaş devlet hacmi orta ölçekte olan) bir devletin yetkilisi Türkiye’de eski eserlere, tarihi dokuya meğer ne kadar da önem veriliyormuş diye güzelce şaşırır. Şaşırır da… yaptırımın hapis yatmaya vardığını - bir kez daha - okuyunca, işin içinde ister istemez bit yeniği olduğunu anlar…
Bu yazıyı yazmak için, bunca gün gecikmemin sebebi biraz da buydu…
Bazıları, daha cümleye başlamadan Pour l’Amour de Ciel – Tanrı aşkına – Başbakan, Adalet - İçişleri Bakanı ve nice koltukları işgal edenler, kendilerine fikir satan (böyle diyorlar) danışmanlarından, kendi siyasi-insani-onur (ne ilginç bir ifade şekli değil mi?) kariyerleri ayaklar altına alındıktan sonra mı kurtulacaklar? dediler, iyi mi?…
Bazıları, daha çok başka şeyler de söylediler…
Yahu başkalarına mı ihtiyacı var koca Türkiye’nin, kediye KEDİ denebilmesi gibi, siyaseten, insani olarak, mantıken, stratejik olarak artık her neyse bir yaptırımın, bir eylemin OLAMAZ olduğunu anlayabilmesi için?
Başa dönelim…
Ankara’daki, AB’nin lokomotifi olanlar başta, deniz ötesi devasa, dünyaya ekonomik olarak yön veren devletlerden öte (çıkarları örtüşen, kader ortağı olanların tepkilerini sunmak istemiyorum) orta ölçektekilerin diplomatik misyonlar için bile, ülkemizin tapu-kadastro-tarihi binaları koruma ve ruhsat, izin, iskân durumlarının ne durumda olduğu hiç ama hiç sır değildir…
Türkiye’de yaşayan, ortalama değil, hayli bilinçli olduğunu zanneden, vatandaşların bile asla bilemeyecekleri ayrıntılarına kadar…
Başta, bakın kendi kendimizi ihbar (Sağır Sultan’ın bile yıllardır bildiği) edelim, İstanbul Adalar Belediyesi’nin binası, eski (ANAP’tan devşirme AKP) belediye yönetimince resmen kaçak olarak inşa edilmiştir, iyi mi?
Peki, bu, Türkiye’de çok ender bir durum mudur?
Güldürmeyin adamı, bütün Türkiye’de yüz binlerce değil, milyonlarca binanın içinde bol miktarda kamuya ait kaçak binalar da var…
Peki, o zaman?
Hem adı ne sanı ne bu hapis cezasına çarptırılan insanın? Acaba…
Bırakın kimliğini, önce nasıl birisi, neler yapmış, neyin fesi, neyin sesi olduğuna bakalım…
Türkiye - ABD ekseninde, siyaset bilimi – felsefe alanında, ülkemizin ortalamasından hayli yüksek bir eğitime sahip; Türkiye’ye yenilikler getirme hususunda, sanki bir koleksiyoncu…
İngilizce, Almanca, İspanyolca dillerine yüz binlere varan tirajlarla Türkiye’de kimsenin bilmediği turistik – tarihi beldeleri tanıtan, müthiş kitaplar hazırlamış; bunun için adım – adım ülkeyi gezmiş, keşfetmiş ve yazmış birisi…
Amerikan Turizm Dergileri’nce Dünya’da Görülmesi Gereken 10 Yer listesine defalarca Türkiye’nin şu veya bu bölgesini sokabilmiş, kısaca Turizm-Kültür Bakanlığı’nın milyonlarca lira harcayarak ancak yapabildiği işleri tek başına yapan bir insan…
Bitmedi…
İzmir’in Çirkince diye adı olan, kimsenin yüzüne bile bakmadığı, unutulmuş bir Rum köyünü kendince pilot bölge kabul ederek; Türkiye değil – kelimenin tam karşılığıyla – Dünya’ca tanınmış bir yer yapıp, üstelik adını da Şirince yapan biri…
İzmir ve yöresindeki tüm yapıların % 80’e yakını örneğin, imarsız, ruhsatsız ve izinsiz olmasına rağmen, sadece ve sadece bu zat-ı muhteremin inşa ettirdiği evler, sürekli ama sürekli, bir insanın burnundan getirircesine eziyetlere, baskılara, açılan davalara hatta daha önce de hapis cezalarına maruz kalmış birisi…
Sevan Nişanyan, yargı, bürokrasi ve Kültür Bakanlığı’nın gereğinin yapılacağı beyanı gibi baskılarına rağmen Şirince’deki Kaya Mezarı’nın açılışını 2012 Şubat’ında yapmıştı. Nişanyan, mezarı köksüz, temelsiz, kalıcılığı olmayan yapılara güzel bir şey olarak inşa ettiğini söylemişti.
Diğer yandan, soralım İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı; Sayın Kadir Topbaş’a soralım; Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulları’na soralım; Tapu İşleri Genel Müdürlüğü’ne soralım hatta Genel Kurmay’a bile sormakta bir mahzur yok…
İstanbul’un yapı – binalarının % 70’i aşkını kaçak durumda; İstanbul’un siluetini bozanlara bile Sayın Başbakanımız küstüğünü ama o kadar, ifade edebiliyor…
O zaman, o zaman, bu yaptırımın, böyle bir insana yapılabilmesi için ya aklını kaybetmiş olmazı lazım (estağfurullah, cümle haşa) ya da…
Evet ya da?
Vallahi, dilimiz varmıyor ama…
İttihat ve Terakki’nin ve ondan itibaren başka isimlerle bu ideolojiyi sürdüren Hanefi-Sünni-Müslüman-Türk bilinenlerin dışındakileri, ya İslamlaştır, ya da Türkleştir; yok yapamıyorsan korkutarak, eziyet çektirerek, yıldırarak, namusuna ve onuruna tecavüz ederek bıktır ve ülkeden temelli olarak def et; bunu da yapamazsan… yok et! zihniyetinin bir ürünü sanki…
Aman Tanrım, bu ne küstahlık, bu ne terbiyesizlik, bu ne nankörlük, bu ne hainlik ve kin – nefret tohumları atmak, utanmadan iftira etmek?
Kendisine biçilen bir rolü oynamayan oyuncunun cezalandırılmasından başka bir şey değil. Sistemin kabullerini sorgulayan, bunun ötesinde birtakım iddialarla ortaya çıkan ve üstelik de Ermeni olan bir adamın yıldırılması hadisesidir bu. Yıldırma mekanizması yeni değildir, bir yerden bir kararla olmuyor bu. Aynı anda onlarca noktadan harekete geçiliyor. Ondan sonra da ancak işin ayrıntısı üzerinden kavga verebiliyorsun.
Başta AGOS’taki Emre Ertani’nin yazısı, Türkiye Basını’ndaki (Eyüp Can’ı unutmadan) nice (birisini unuturum diye zikretmekten imtina edemiyorum ama) yukarıdaki iki ve az sonra zikredeceğim kişileri, defalarca ve meselenin damardan yazdıkları için zikrettim; cesur insanlara teşekkür ediyorum…
Türkiye Basını’ çok şükür, genelde çok ufak bir azınlık da olsa, isimlerini zikretmekten – birisinin adı unutulabilir endişesiyle – çekinecek kadar hayli yazarla onurunu kurtarmıştır; ama asıl Sevan Nişanyan’ın hapse atmaktan kurtarmak gerekiyor…
Aksi takdirde, bakın size açıkça söylüyorum, şaka bir yana…
Artık neme nem bir milliyetçilikse tabii, işte nevi şahsına münhasır bir milliyetçilik adına Türkiye’nin, devletin, içinde yaşayan insanlarının onurunu, prestijini, saygınlığını erozyona uğratmak istiyorsak, atalım Sevan Nişanyan’ı hapse…
Türkiye’de başta Ermeniler, Hanefi-Sünni-Müslüman-Türk sıfatını yakıştırdığımız insanların dışında kalan, bu toprakların kadim tüm halkları, TC vatandaşı insanlara Ya asimile ol, ya kendini inkar et, ya terk et buraları ya da ölmek vazifesini biçtiğimizi tescil etmek için, elden ne geliyorsa yapalım…
Her ne kadar hafıza-i beşer, nisyan ile maluldür (İnsan hafızası unutkanlık hastasıdır) desek de, bazı şeyler hiç ama hiç unutulmamaya mahkumdur adeta…
Hıncal Uluç, daha 12.07.2012 tarihli Sabah’taki köşe yazısında Sevan’ı, sırf Ermeni olduğu için hapse attık ya, Yuh olsun hepimize demişti…
Hrant Dink’in öldürülmesi olayı üzerindeki sis perdesinin bir türlü kaldırılmaması için resmen – devletçe çaba sarfedeceksiniz; Sevag Balıkçıyan’ın keza öyle, Kumkapı’da Ermeni kadınları boğazlayan caninin bir Ermeni olmadığı İHD tarafından resmen ortaya çıkmasına rağmen, kılımızı kıpırdatmayacaksınız, Robotski, Uludere, Sivas kundaklaması… yahu daha devam edeyim mi? Tüm bunlar dururken, ülkemizin entelektüel, siyasi, iktisadi ve daha nice alanlarda gelişip kalkınması için çaba sarf eden bu muhteşem insanı hapse atacaksınız…
Bakın iddia ediyorum….
Sevan Nişanyan’ı hapse atarak, ancak koca bir Türkiye’yi, birçok şeyiyle hapsetmiş olacaksınız ve ne olacak biliyor musunuz?
Bu ülke Ermenilere de ait diyebilmenin müthiş ağırlığı, mutluluğu, doğruluğu ve önemini… tabii bedelini yaşayan insan, Sevan Nişanyan’ı Dünya Demokrasi Mücadelesi gönderine bir bayrak gibi çekilmesini (zaten ettiniz), bizzat tescil etmiş olacaksınız…
Hadi, buyurun…
Dost’ların sözlerinin acılığını tahammül edemeyenler, yalan ama şerbet gibi tatlı sözler yüzünden zehirlenirler…