Türkiye gibi geçmişi, bugünü ve her anıyla, insanları heyecanlandırmaya, sinirlendirmeye ama aynı zamanda kendisini vazgeçilmez kılabilme başarısını gösteren ülkelerde; toplum dinamik olduğu kadar, üzerinde hâlâ ciddi-ciddi çalışılmaya muhtaçtır demektir…
Toplumun ana sorunlarının bam teli evet asıl kökeni olduğuna inandığımız baş vuruğun (travma) yani 1915’in mağdur ve faillerinin torunlarının, aynı zamanda çözümün de anahtarı olacaklarına inandığımızdan; bu torunların bir kısmının yaşamlarının bilinmesi ve tanınması gerektiğine inanıyoruz. İşte onların yaşamının büyük aileye bir tür yansıtıcısı rolündeyiz...
Çok büyük sorunları (tıpkı bir insan vücudunun arızalarını) anlamak için, çoğu kez o büyük sorunları oluşturan minik-minik parçacıkları (tıpkı biyopsi gibi) analiz eder yani tanırız…
Bu tanıma-tanıtma çalışmasına bir katkı da bizden diyoruz, somurtmadan, güler yüzle ama..
Fransa’da (ve dünyanın başka yerlerinde) başkent, Paris’in bir banliyösündeyiz. 1980 askeri darbesi öncesi o malum ve melun ortam neticesinde, hayatında gelmeyi aklından geçirmediği bu ülkeye girmiş, Yozgat’lıyken İstanbul’lu olmuş bir Ermeni vatandaşımızla konuşuyoruz..
‘‘(…) 80 öncesi geldim Raffi Bey; Perşembe pazarındaydım………….. olduklarını gizlemeyen sivillerle polisler dükkânıma gelip haraç istemeye başlayınca ‘(…) Bakın ulan, amirlerinize kadar ben besliyorum, kalkıp itlik mi ediyorsunuz, zırnık vermem’ dedim…. Dükkânda yattım, sağ olsun adam gibi Türk arkadaşlarım da vardı, onlar da karşı ve yan dükkânda yattılar. Bir gece, iki gece, üç gece kimse gelmiyor. Derken dördüncü gece düştüler… Dangalaklar, gazoz şişlerinin içine benzinleri doldurmuş, ağızlarına bezleri sokmuşlar yani her şey apaçık, bezler, kibritler, benzin dolu, şişeler lingo-lingo getirmişlerdi… Ben elimi bile kaldırmadım sigara bile yaktım seyrederken bak şimdi Allah için. Arkadaşlar, yarısı da Türk mü Türk, bunları güzelce patakladılar; Türk arkadaşlar da adamlara dayak atarken, özellikle Ermenice küfür ederek pataklıyorlar… Bildiğin Ermenilerden değiliz, bir Ermeni dayağı yediklerini iyi hissetsinler diye… Velhasıl, bıçak gibi kesildi baskılar…. Üstünden bir buçuk yıl geçti… Kız çocuğum var, okula gidip geliyor, genciz, hanım da genç, gösterişli... Baktım, kapağı atmak zorunda kaldık… Satmak mı? Asla!.. Malımı-mülkümü itlere yedirmem… Ermeni’den hiç ayıramayacağım, muazzam Türk arkadaşlarım vardı; zaten onlar malım-mülkümü satmama engel oldular. ‘(…) Burası senin, malını – mülkünü, ne bize ne de başka bir Türk’e sat; sakla kalsın, bir gün gelir, sahip çıkarsın!’’ dediler… Öyle yaptım… Şimdi burada… Ermenilerin yoğun olduğu…… banliyösündeyim. Hırdavatçıydım orada, burada konfeksiyoncu oldum, ortağım bir Türk… Çocuğum burada büyüdü, şimdi de torunum var. O’na hem Ermenistan’ı, hem Türkiye’yi anlatıyorum… Bedduamdan kurtulduğu günü memleketimiz kurtulur ama onun için de beni beddua ettirmeme durumuna getirmeleri lâzım! Ya… işte böyle Raffi bey’’
***
Türkiye’de, her Türk sıfatını verdiğimiz (içilen kahve, kahvehane, tatlılar ve diğer yemek türlerinin bazılarının, hele kebapların yendiği restaurant vesaire) yer veya nesneler birden Ermeni sıfatını alır Ermeni Diyasporası’nı oluşturan ülkelerde…
Fransızlar, Hadi Ermeni restaurant’ına gidelim dediklerinde kafaları hayli karışır…
Zira Cezayir veya İtalyan restaurant’ına gidelim dediklerinde, Cezayir’de bir restaurant’ta gittiklerinde ne yenirse (kalite olarak kopya düzeyinde tabi) onu yerler, İtalyan restaurant’ına gittiklerinde de, İtalya’da bir restaurant’ta ne yenirse yine onu yerler restaurant’ta…
Böylece, Specialite Armenien yani Ermeni lezzetleri yazan bir restaurant’ta Ermenistan yemekleriyle karşılaşacaklarını zannederler… Oysa Ermenistan mutfağıyla alakası yoktur!…
Restaurant sahibi, Türkiye’den gelmiş Ermeni’yse, menüde Kebap de Cilicie yani Kilikya Kebabı anlamında bildiğimiz Adana Kebabı vardır. Boulette de tartare arménien yani çiğ köfte, Fransızların da çiğ ama baharat çeşitleri, soğan, çiğ yumurtayla yenen çok taze etten kıyma yemeği var tartare adında, bunu da hemen yapıştırırlar. Böyle devam eder ağlar mısın güler misin örnekleri… Ha, ne olur Pizza arménién yani lahmacunu da unutmayalım!.
Restaurant sahibi, Lübnan’dan gelmiş Ermeni’yse, Urfa, Adana, Adıyaman ama daha çok Hatay, İskenderun mutfağında gördüğümüz ve tabii Lübnan – Suriye mutfağındaki kebbe, menenkiş, mujjabara ve daha nice çeşitleri görürsünüz…
Bu arada bir parantez açalım… Hani önce alay etmek ama zamanla sırf belirleyici, özneyi işaret etmek amacıyla ve hatta madalya gibi övünçle bilâkis kullanılan sıfatlar olur ya, işte Lübnan / Suriye coğrafyasında, Ermenilere de Pasturma derler. Pastırmayı oralara getiren Ermeniler olduğunu söylememize gerek yok herhalde… (Bay Pastırma) Baron Pasturma…
Gürcistan’dan gelen Ermeniler de kuzey doğu Anadolu ama özellikle Rize, Artvin’de Hıngal diye görülen, Khingali’yi Ravioli Arménien yani Ermeni raviolisi (mantısı) diye pazarlayınca, ortalama / üstü bir Fransız haliyle şaşırır… Ermeni restaurant’ı diye üç ayrı restaurantt’a, neredeyse birbiriyle hiç örtüşmeyen yemeklerle karşılaşmaktadır zira…
Arapça lâha yani et ve majin-macun yani hamurdan (etli hamur) lahmacunun doğduğunu bilenler bilir. Genelde (aslında Bizans mutfağı artıkları olan) yemek türlerimize, millet değil, şehir / yöre adı koymanın daha doğru olacağı inancındayız… Menşeini belirtmek başkadır tabi. Bu, ayrı konu, başka mecrada konuşuruz…
Sürüm halinde, daha az riskli ve yatırımın hızla dönüşümü sağlamak amacıyla ticari olarak tercih edilenin, meyhane - demlenme türü olduğu ve Ermeni mutfağının (Rum – Yunan mutfağının tersine) mezeden ziyade, ana yemek türlerinde ağırlıklı olduğundan, asıl Ermeni mutfağından çıkmış yemekler sunan restaurant’lar bu açıdan ticari değildir…
***
Tüm bunları yazmamızın birincil amacı, yurt dışındaki gastronomi bahçelerinde bir gezinti yapmak değil; anlatmaya çalıştığımız, mutfağı örnek vererek, vatanlarından uzaklaş(tırıl)mış vatandaşlarımızın bir kısmının halet-i ruh’ iyelerini yansıtmak ve tabii buna dikkat çekmek…
***
Turşucu olacak kadar meraklıysanız veya aşçı arkadaşınıza selam vermek için ziyaret etmiş iseniz mutfağı ya da bu satırların yazarı gibi, öğrencilik yıllarınızı, ciddi-ciddi, aşçı yamaklığı ile başlayıp aşçılığa kadar ilerleterek geçirmişseniz, bu Ermeni restaurant’larında kutu-kutu, şişe-şişe, kavanoz-kavanoz, teneke-teneke Türkiye ürünlerinin olduğunu bilirsiniz…
Çernobil’deki atom reaktörünün kazasına kadar, Bulgar beyaz peynirleri revaçtaydı. Yunan bakkallarında Feta Grecque, Ermeni (!) bakkallarında, Fromage blanc arménien, Türklerde Türk beyaz peyniri diye satılırdı… Sonra Danimarka’da Türkler çok kaliteli peynir, sucuk vs fabrikaları açtılar, bu sefer bu mamuller (‘Türk’, ‘Ermeni’ ve ‘Yunan peyniri’ diye) satıldı…
Sevgili okuyucularımız…
Buram-buram Anadolu, sonra İstanbul kokan bir Ermeni vatandaşın, bu toprakların cilvesiyle (!), tasını tarağını topladığı gibi ama … (hadi bu kadarını söyleyelim artık) köprüleri de hiç yakmadan - yakmak istemeden, hiddetlenerek, lanet okuyarak ama asla adam gibi Türk arkadaşlarına minnet duymayı unutmadan, hayatının özet hikâyesini sunduk…
Diğeri de, sosyal-ticari hayattan bir parça… Bizce, fazlası… Malzemesi bizden, bolca tahlil çıkarması sizden… İsteyenlere sunduk; istemeyenlere alt tarafı bir yazı (mı acaba?) işte…