Bu satırları yazanın hatta Türkiye Ermenilerinin din görevlisi, din adamı , gazetecisi filan görüşlerini dahi bırakalım bir an, asıl Ermeni Diyasporası’nın Ermeni Devrimci Federasyonu (Hay Heğapokhagan Taşnagtsutyun) gibilerin tepkilerine özellikle kulak verelim…
Başbakan’ın 23 Nisan 2014 tarihindeki 24 Nisan 1915 ile simgeleşen Ermenilerin maruz kaldığı Büyük Felaket vesilesiyle verdiği mesaj hakkında görüş almak için, özellikle en uç söyleme sahip kesimlerin sözlerine kulak vermek lazım…
Kulak vermekten söz ediyorum; dinleyelim, kulak verip kabartalım, yine biz karar verir, yine bildiğimizi yaparız ama hiç olmazsa bir dinleyelim derim… Yahu bu insanlar ne diyor? diye bir an dinleyin…
Değerlendirmenin kendisine gelince
Biliyorsunuz, en yakınlarını sıkça üzecek kadar nesnel olmaya çalışan biriyim ve dost evet hakiki anlamda dost olarak kabul ettiğimiz kişi ve kurumlara karşı acı konuşurum, kimse kızmasın; kızan çıkarsa, kusura bakmasın o zaman kendisine karşı dost olmamı istemiyor demektir… Hâlbuki ben dost kalmak istiyorum…
Birkaç kişinin, titizlik, özen ve dikkat göstererek hazırlandığı besbelli bir metin bu…
Bu meseleye verilen böyle bir ehemmiyet, zaten, saygı uyandırıyor…
(…) 24 Nisan’ın, tarihi bir meseleye ilişkin düşüncelerin özgürce paylaşılması için değerli bir fırsat olarak telakki edilmesi, bunca yıl bu tarihi Türkiye Türklerinidir gibi bir ifadeyi, logosunun altına koymuş malum gazete başta olmak üzere, devlet erkânının da, nefret-husumet günü olarak algılamış olduğunu hatırlarsak; açık bir değişiklik var…
Özgüveni tam bir duruşun göstergesi bu bence…
Ateş, düştüğü yeri yakar ifadesi, ne saklayayım… Yıllardır (1994 Aralık’tan 2005 Eylül’üne dek, Paris’te Ragıp Zarakolu ve Jean Claude Kebabpçıyan ile başlattığımız Ermeni - Türk Demokratik Diyalog Hareketi münasebetiyle) yazdığım yazı ve çalışmalarımda, sıkça dile getirdiğim bir ifadeydi…
(…) 1915 olaylarına ilişkin farklı görüş ve düşüncelerin serbestçe ifade edilmesi; çoğulcu bir bakış açısının, demokrasi kültürünün ve çağdaşlığın gereğidir ifadesi de gevelemeye gerek yok, Türkiye’nin devleti ve toplumuyla (istisnalar kaideyi bozmaz) bugüne dek sarf etmiş olduğu söylemini tersyüz eden bir ifade olarak görüyorum…
(…) Tarihi meseleleri hukuki boyutlarıyla birlikte iyi anlamamız, kırgınlıkları yeniden dostluklara dönüştürmemiz mümkün olacaksa; farklı söylemlerin duygudaş ve hoşgörü ile karşılanması ve bütün taraflardan benzer bir anlayışın beklenmesi tabiidir, ifadesi de tamamen altına imza atabileceğimiz, yıllardır şiar edindiğimiz ifadelerden…
(…) 1. Dünya Savaşı’ndaki mevzubahis hadiselerin, ortak acımızın olması; buna adil hafıza perspektifinden bakılması, insani ve ilmi bir sorumluluktur cümlesi de, altına imza atılacak, son derece sağlıklı bir tespit olarak telakki ediyorum…
Sayın Dışişleri Bakanı ve ileride Başbakan olarak belki de göreceğimiz (kim bilir?) Ahmet Davutoğlu’nun, birkaç ay önce Erivan’da sarf ettiği tehcirin gayri insani olduğunu ve dolayısıyla kabul edilemez olarak bulduklarını söylemesi; basit bir tekrar değil, tersine bu Hükümet’in sadece değil, devletin de tehcire olan bakışında ciddi bir değişiklik kaydetmiş olduğunun işaretidir…
Unutmayalım, dut yemiş bülbül ve baston yutmuş gibi bir vücut diliyle, duvar freskleri gibi soğuk ifadesiz bir duruş sergilenmişken; eğer yapmışsak iyi ki yapmışız, Ermeniler kaşınmış ve biz de kaşımışız diye bir söylem hâkim olmuştu. Daha da sonra, karşılıklı kıtal olmuş gibi, koca bir imparatorluğun ekonomik, siyasi, askeri ve daha nice devlet imkânları ile tebaalarından bir kısmının imkânlar ve gücünün kıyaslanması mümkün imiş gibi, adil olmayan bir eşitlikçi anlayışla, asimetri yaratarak canım onlar da yapmış, biz de yapmışız söylemine gelmişiz…
Gerçi, bu son verdiğimiz örneğin fikirsel tohumlarını satır aralarında görmüyor değiliz yine bu metinde ama hiç olmazsa tehcirin artık gayri insani olduğunu ve dolayısıyla kabul edilemez olduğunun beyanı, bence kayda değerdir…
(…) Bugünün dünyasında tarihten husumet çıkarmak, yeni kavgalar üretmek kabul edilebilir olmadığı gibi, ortak geleceğimizin inşası bakımından hiçbir şekilde yararlı değildir… ifadesi de Lapalis hakikatinin bir örneği sanki… Ölmeden önce yaşıyordu ifadesinde var olan hakikat payı kadar, bu ifade de hakikat kol gezmektedir…
(…) Zamanın ruhu, anlaşmazlıklara rağmen konuşabilmeyi; karşıdakini dinleyerek anlamayı çalışmayı; uzlaşı yolları arayışlarını değerlendirmeyi; nefreti ayıplayıp, saygı ve hoşgörüyü yüceltmeyi gerektirmektedir cümlesine nasıl hak verilemez?
(…) Kadim, eşsiz bir coğrafyanın, benzer gelenek - göreneklere sahip halkların, geçmişlerini olgunlukla konuşabileceklerini, kayıplarını kendilerine yakışır yöntemlerle anacaklarına dair umutla, 20 Yy.ın başı şartlarında ölen Ermenilerin huzurda yatmalarını diliyor, torunlarına taziyelerimizi iletiyoruz gibi son derece insani bir dileğe, temenniye kim ne diyebilir?
Bunlar için, başka şekilde yaklaşmak, insafa sığmazdı zaten.. Bu, metninin insani yönü…
Bu yönün varlığı, geçmişteki emsalleri hatırlandığından, dinleyenleri, okuyanları, dost ve düşmanları şaşırtmadı dersem yanlış olur… Çok ama çok yönden faydalı tüm bu sözler…
Kendi anti tezini bizatihi yaratabilecek kadar, tek başına fikir üretecek bir analitik düşünce alışkanlığına henüz sahip olamamış; dolayısıyla hal ve hareketlerini, yukarıya bakıp, bir devlet büyüğüne göre düzenleyen toplumumuzun ekseriyeti için; tabii yararlı bir mesaj bu…
Gerçi, yarın aynı devlet büyüğünün aniden evet birden, alakasız şekilde tamamen ters bir söylem sarf ettiği durumda ise ona (…) daha önce öyle diyordun, şimdi böyle diyorsun, ne iş? gibi bir sorgulama yapmadan, emre itaat eder gibi, sus-pus hal ve davranışını bu sefer yeni söyleme göre değiştirebilme riski de var aynı toplumun… Bunu biliyoruz değil mi?
Neyse, devam edelim değerlendirmemize…
İyi güzel de, metnin ruhunun sadece insani boyutu yok…
Unutmamak lazım, bu metin, asıl siyasi ve hukuki boyutları olan, ertelene – ertelene kedi yumağı haline gelmiş bir uluslararası sorun hakkındadır…
Sayın Başbakanımızın: (…) Türkiye Cumhuriyeti, hukukun evrensel değerleriyle uyumlu, her düşünceye olgunlukla yaklaşamaya devam (!) edecektir cümlesi bir sorun teşkil etmektedir…
Devam edecektir demek, şimdiye kadar zaten öyleydi, bundan sonra devam edecek demektir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin, hukukun evrensel değerleriyle uyumlu, her düşünceye olgun yaklaşan bir devlet olmasını istiyoruz demek başka, zaten öyledir ve böyle olmaya devam edecektir demek tamamen başka bir şeydir…
Avrupa Birliği’nin evrensel hukuk değerleriyle uyumlu olsaydı, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde Rusya’dan sonra en çok hak ihlâl eden ülke ve adeta hukuksuzluklar cenneti durumunda olur muydu hepimizin ortak vatanı Türkiye’miz?
Dolayısıyla, bir hastanın kendi hastalığını kabullenmediği sürece, iyileşme ihtimalini daha en baştan jet hızıyla asgari seviyelere düşürmez mi?
(…) 1915 olaylarının, Türkiye karşıtlığı için bir bahane olarak kullanılması ve siyasi çatışma konusu haline getirilmesi de kabul edilemez ifadesi, kusura bakmayın ama tam doksan dokuz evet sayı ile 99 yıldır çözüme ulaşmamış bir sorun için zor kullanılır bence…
Efendim, 99 yıldır çözüme ulaşmamış ve ertelene-ertelene kedi yumağı haline gelmiş bir sorunun mağdurları Hadi artık, yetti gayri, yok olmaya teşebbüs edilmesine maruz kalmamız yetmiyormuş gibi, bu geciken adalet yüzünden bir daha evet on defa, yüz defa öldük, yöneticimiz uyuyor mu? diye her sorduğunda, bu Türkiye karşıtlığı mı sayılacak?
Bunca yıllık inkârdan dolayı ikinci kez çekilmiş zulüm Türkiye’nin kendi vatandaşlarına karşıtlık olmuyor da, Yahu nerede adalet, yeter artık demek mi Türkiye karşıtlığı olacak? Türkiye karşıtlığının ölçüsü, tarifi, kıstası nedir o zaman?
En ufak eleştiride Türkiye karşıtlığı diye şikâyet edeceksek, aynı Türkiye’de hukukun evrensel değerleriyle uyumlu ve üstelik bir de her düşünceye olgunlukla yaklaşan bir devlet olması, nerede kaldı?
Devam ediyoruz efendim…
Hâlâ Ortak Tarih Komisyonu mu?
Aynı hükümet zamanında, Boğaziçi Üniversitesi’nde Ermeni Konferansı arifesinde TBMM kürsüsünden Sırtımızdan hançerliyorlar diye kızgın beyanlar verdiği için birçok insanı hedef gösterir konumunda olan Sayın Cemil Çiçek bu tarihi mesajdan sonra, daha geçen gün ne dedi biliyor muyuz? Bir taraftan Biz her şeyimizle yüzleşmeye hazırız diyor, hemen akabinde Bizi kimse yapmadığımız bir suçla, soykırımla suçlayamaz diyor, iyi mi?
Hani her surette yüzleşmeye hazırdık?
Bu nasıl bir yüzleşmeye hazır olmak?
Daha yüzleşme sürecine girmeden, sonucu nasıl sipariş edebiliriz?
Daha hâlâ Ortak Tarih Komisyon’dan mı bahsediyoruz?
Kazıktan kazığa ömür var hesabı, biraz daha, zaman kazanıp ve yavaş-yavaş zaman içinde sorunu sulandırmak ve unutturmak amacının güdüldüğü intibaı yaratılmazı mı böylece?
2000 (iki bin)’e yakın kilise, 2500 (iki bin beş yüz)’e yakın okul, han, hamam, hastane, ev, kültür-müzik-huzur evi, tiyatro, spor-izci kulübü vd olan Mustafa Kemal’in sayılarıyla 850. 000 (sekiz yüz elli bin) insan yok olmuş olacak ve hala komisyona mı ihtiyacım olacak?
Peki, fotokopi makinesi karşılığı, arşivlerimizden bir kısmını Gürcistan’a, Azerbaycan’a ve başka ülkelere sattığımız; başka bir kısmını yaktığımız, daha başka kısmının rutubet ve farelerin kemirmesiyle yok olduklarını ve var olanlarının da, ör: Sarafyan gibi tarihçilere, vermemek için her ama her tür cambazlığı yaptığımız ortaya çıkmış ise, nasıl olur da (…) Arşivlerimizi açtık, bütün tarihçilerin hizmetindeyiz gibi sözler sarf edebiliriz?
Biraz ayıp olmuyor mu?
(…) Etnik-dini kökeni ne olursa, yüzlerce yıl birlikte yaşamış, sanattan diplomasiye, devlet idaresinden ticarete, her alanda ortak değerler üretmiş Anadolu insanları, yeni bir gelecek inşa edebilecek imkân ve kabiliyetlere bugün de sahiptir ifadesini nasıl ama nasıl, okuyan veya işitenler kendileriyle kötü bir şaka edilmediği hissine kapılmazlar?
Bırakın Sayıştay, Yargıtay, Danıştay, Yüksek Mahkeme üyesi, diplomat, profesyonel subay olmayı, Azınlık Okulları’nın Yabancı ve / veya Özel Okullar kapsamında oluşunu, Kültür Dersleri öğretmeni olunamayışını, Patrikhane gibi dini – ruhani liderliklerin tüzel kişiliğe sahip olamayışlarını filan nasıl görmezden veya bilmezden gelebiliriz.
(…) Aynı dönemde o koşullarda ölen, etnik-dini kökenine bakmaksızın, tüm Osmanlı vatandaşlarını saygıyla anıyoruz demek, adil olmayan bir simetriyi yaratmak demektir.
Nazilerce amiyane tabirle kökleri kazınırken, birkaç Yahudi’nin Polonya ölüm kamplarının birinde, fırsatı ele geçirince cellâtlarını tepelerken, günahsız bazı insanın da ölümüne neden olduklarından dolayı, kalkıp onlardan (Yahudilerin) özür dilemeyi talep etmeye benzer…
Kısacası, siyasi-hukuki bakımdan, olması gerekenden çok uzakta olan Sayın Başbakan’ın mesajı, insani bakımdan ise hatırı sayılır bir adım olarak addedebiliriz. Mesajın, 2009 yılında Zürich’teki protokollerin akıbetine uğramasını istemiyor ama insani yönünün öne çıkmasını ve Başbakan’ın bu jestinin hafızalarda yer işgal etmesini istiyorsak; Hrant Dink, Sevag Balıkçıyan, Kumkapı’daki Maritsa hanımın cinayetlerinin sahiden aydınlanmasını ve Enver-Talat paşalar gibi soykırım simgesi olmuş kişilerin adlarının, verilmiş olduğu tüm kurumlardan silinmesini sağlamak gerekiyor…
Aksi takdirde, bu güzel mesajın altı doldurulmaz ve bir kez daha fırsat kaçırılmış ve girişim de fos çıkmış olur…
Birlikte çalışmış olmaktan gurur duyduğum, Sayın İsmail Cem’in, Ermenistan Azgayin Asamble (parlamento) Başkanı, Henrik Hovhannesyan’ın şahitliğinde Strasbourg’da, Avrupa Konseyi’nde, bana / bize söylediği taziye sunmakla başlamalıyız demesi üzerinden tam 10 yıl sonra Sayın Recep Tayyip Erdoğan, Ankara’da söyledi, umutlu olmak istiyoruz..