(‘Gazi’ mi?) Antep Devlet Hastanesi hekimlerinden Kalp-Damar Cerrahisi Uzmanı, Sayın Dr. Ersin Arslan, hasta yakını olduğu iddia edilen bir kişi tarafından saldırıya uğramış, hayatını kaybetmişti.
Şimdi de 01.02.2013 tarihli Radikal gazetesinden öğreniyoruz Reçete Yazmayan Doktora Saldırı başlığı altında… Antalya'da hastayı tedavi etmeden reçete yazamayacağını belirten aile hekimi Türker Kan, hasta yakınlarının saldırısına uğramış. Doktor yüzüne aldığı yumruk, kafa darbesiyle yaralanmış
Saldırıya uğrayan, boğazı kesilen, pantolon kemeriyle dövülen, tekmelenen, ağzı-burnu kırılan, yaralanan, öldürülen eş, eski eş, şoför, öğretmen, öğrenci, çırak, işveren, hemşire ya da hekimlerin sayısı gitgide artıyor son zamanlarda… Adeta doktorunu döven bir toplum olduk…
Öldürülen şoför arkadaşlarını, servise çıkmayıp kornalarını çala-çala uğurlayan direksiyon emekçileri gibi; sağlık, can, gelecek, kader ve daha çok şeyimizi emanet ettiğimiz tıp emekçilerinin de yürüyüş yaparak arkadaşlarının öldürülmesini protesto etmelerine alışır olduk …
Bu dünyada düşünebilmek, duygulanabilmek gibi özellikleriyle diğer canlılardan farklılaşan ama son tahlilde bir hayvan olan insanın en son zarar vermek isteyeceği insanlar hekimler değil midir?
Yani hangi siyasi, felsefi, etnik, dini, kültürel veya aidiyete mensup olursak olalım, şahsına değil ama uzmanlığı önünde Katoliklerin kilisede yaptığı gibi, diz çöküp boynumuzu eğmekten başka hiç bir şey yapma lüksümüzün olmadığı insanlardır aslında… Bu kısaca doktor dediğimiz tıp mensupları.
O zaman, mağara dönemlerinden kalma bir yaratık bile olsak; hekimleri değil öldürmek, yaralamak, onlara ufak bir sıkıntı yaşatmayı bile aklımızın ucundan geçirtmememiz gerekir normalde…
Doğu’nun en batılı olduğu iddiasında; bunun için batıya inanılmaz gizli bir sempatiden öte, zangır-zangır bir ihtirasla ona imrenen, ama değişik kültür kodları ve kucağında bulduğu bazı miraslarından dolayı tam olamadığı için de ona sinirlenen, öfke duyan, düşman kesilen, bir toplumdur burası…
Dolayısıyla, içinde yaşadığımız, bazen isyan etsek ve infial içinde olsak da, nihayetinde ne atılır ne satılır anlamında bizim olan bu toplumu, bu açıdan tahlil etmemiz gerekiyor…
Bir insan/toplum normalde yapmaması gereken bir şeyi yapıyorsa, acaba neden yapıyordur? Bu tıpkı, zahmete katlanmadan (belki asıl sorun burada yatıyor) bir insan/toplumun, her gün, düzenli olarak, bir altın yumurtaya sahip oluyorken, bir gün o yumurtlayan tavuğu kesmesine benzer…
Çözüm var-Danışmanlık adlı kuruluş, bunu bir kavram olarak incelemiş ve bir insanın (toplumun), neden altın yumurtlayan bir tavuğu kesmiş olabileceğinin nedenlerini şöyle sıralamış:
-
Sabırsızlık, tavuğu keserek, bir an önce içindeki altınların hepsini almak istemekten.
-
Altın’ın yanında tavuğa hiç değer biçilmeyip, sadece ve sadece altının esas alınmasından.
-
Asla Tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan çıkar? sorusuna kafa yorulmamasından.
-
Sürekli yumurta elde edebilmek için, tavuğa iyi bakılması gerektiğinin anlaşılmamasından.
-
Matematik kavramından yoksunluktan; tavuğun içi altın yumurtalarla dolu sanmaktan (!).
-
Tavuk vücudunda, 15-20 yumurtadan fazla yer olamayacağını hesaplayamamaktan.
-
Altın elde etmenin yolunun, onu yok etmekten değil asıl tavukları çoğaltmaktan geçtiğini anlayamayacak kadar idiot yani aptal olunmasından.
XIX. yy'ın sonlarında Osmanlı’nın Der-Saadeti'ndeyiz...
Tebaalarımızdan azınlıkların (hakiki anlamda), kültürel burjuvalaşmaya başladığı; çoğunluğun ise artık savaş yoluyla ganimet elde etme döneminin bitmesi sonucu, gözünü birden ticarete göz dikmeye başladığı bir dönemdeyiz... Ticaret için hem gerekli maddi sermaye hem de insan ilişkisi ve tecrübe, beceri, yol-yordam bilme gibi birikimler altın yumurtlayan gayrimüslimlerde...
İttihatçıların gözü dönmüşlüğü, Alman askeriyesinin planı, feodal zorbalığın yardımıyla, bugüne dek, tezahürlerinin hissedildiği kolay ama zalim yol seçilmiştir... O zamana kadar sınır ötelerinde ganimet elde etmeyi bilen çoğunluk, harp çeşmesi kuruyunca, sıranın sınır içi ganimetlere el koymaya geldiğini zannetmiştir… Zira önemli olan yumurta olmuştur, tavuk değil.
Milli burjuvazi yaratmak sevdasında, ahmakça Müslim/gayri Müslim ayırımı yapıp (aslında sapına kadar Osmanlı-veya vatandaş olarak-Türk olan) onları Türk saymayınca hazıra konarak burjuvazi olunacağı zannedilmiş. Aydınlanmacı fikirler, Osmanlı’ya (Ermeni) Gayrimüslimlerce taşınmış oysa…
Tavuğumuzu 1915’te boğazladığımız yetmeyip; 1936-39’da Trakya’dan Yahudi vatandaşlarımızı sürerek, 20. Sınıf askerlik türeterek, 42-44 Varlık Vergisi yani finans-kırımı yaparak, 6-7 Eylül 1955 olaylarıyla ve daha nice vesilelerle yumurtlayan tavuğu kesmeye devam etmişiz…
Geçmişten ders al(ama)ma ve bindiğimiz dalı kesme konusundaki becerilerimiz malumdur hani…
Üstelik Tarihimizde hiçbir utanılacak sayfa yoktur! gibi cümleleri, diğer taraftan hesaplaşma, rövanş ve yüzleşme gibi kavramların havada raks ettiği aynı günlerde sarf edebilmek de bir şey!
Hâl böyle olunca, Rabbimizden sonra hayatımızı borçlu olduğumuz hekimlerin bıçaklanmasına değil şaşırmak, neden geç kaldık ki? diye hayıflanası geliyor insanın… Bir bu kalmıştı, olması gereken ve o da oldu nihayet… Sıra acaba daha nasıl cinnetler manzumesi yaşamaya gelir, bilemeyiz…
(*) Araştırmacı-Yazar