Diyanet İşleri Başkanlığı'nın Cumhuriyet tarihi boyunca yılbaşı kutlamalarını kötülediği, Müslümanları eğlence tertiplememesi, alkol tüketmemesi vesaire yönünde ikaz ettiği, yeni yılın karşılanmasını çalgılı çengili, içkili danslı bir seremoniye dönüştürenlerin ahrette alacağı cezaları bir bir sıraladığı malum.
Yıldıray Oğur Serbestiyet’teki 04.01.2017 tarihli “Cuma Hutbesinden Katliam Çıkarmak” adlı yazısında 1927’den günümüze Cuma hutbelerinden örnekler sunmuş. Diyanet İşleri Başkanlığı'nın yıllardır duymaya alışkın olduğumuz bu tür söylemleriyle İslamcı terör örgütlerinin son iki yılda on beşinci kez maruz kaldığımız, birçok vatandaşımızın canını kaybettiği vahşi eylemleriyle paralellik kurulmasının yanlışlığını dile getirmiş. Kendisine katılıyorum. Böyle bir yargı bizi dar bir kavrayışa götürür, hatta olası bir terörle mücadele planının önünü tıkar. Türkiye’de yaşayan Müslümanların çoğunluğunun terörü lanetlediğini, kökten dinci terör örgütlerini kınadığını somut bir şekilde ortaya koyan istatistik çalışmaları mevcut.
Diyanet İşleri Başkanlığı'nın bu sene yılbaşı öncesi açıklamaları görece yumuşak olsa da bir önceki yıllardan özü itibariyle farksızdı. Reina saldırısını gerçekleştiren terör örgütünün içten içe teşvikçisi olduğunu ya da en hafif tabirle teröristleri kışkırttığını, böyle bir saldırıya zemin hazırladığını düşünmek hiç doğru değil. Seküler zihniyetin ihaleyi Diyanet İşleri Başkanlığı'na bırakması hem birlik beraberlik ruhuna zarar verir hem de bu ülkenin sahih müslümanlarına haksızlık olur. Amma velakin...
Tüm dünyanın fikir ve duygu birliğiyle lanetler yağdırdığı bu tür saldırıların akabinde sosyal medyada yer alan “Oh olsun” şeklindeki yaklaşımlarda, öldürülenlere yönelik gizli veya aleni beddualarda kısaca toplumun infiale sürüklenmesinde, ayrıştırıcı bir dilin gündelik hayata yerleşmesinde ne derece payı olduğu tartışmaya açık. Yılbaşı kutlamalarını Hıristiyanlıkla hatta kafirlikle ilişkilendiren bir zihniyetin yaygınlaşmasıyla Noel Baba kostümü giydirilmiş bir kişiye mizansen gereği saldırılarak halka göz dağı verilen videolar sosyal medyada günlerce dolaştı. Birçok kişi korkunç, insanlık dışı, nefret dolu tweetler attı.
Hıristiyanlık düşmanlığı üzerinden Batı ülkelerine duyulan nefretin ülkemizdeki seküler kesime, kentsoylu, eğitimli orta ve üst sınıfa yansıtılması hiç bu kadar geniş bir alana yayılmamış, hiç bu kadar görünür olmamıştı. Öte yandan, Müslüman kesime yönelik ön yargılar da zaman içinde kalıcı kanaatlere dönüştü. Nahoş bir tabirle, dost düşman belli oldu maalesef. Birbirimize yıllardan beri bu gözlerle bakmıyor muyuz? Her yeşil parkalıyı komünist, her çember sakallıyı köktendinci, her beyaz çoraplıyı ülkücü bellemiyor muyuz?
AKP karşıtlığının temeli de salt din tandanslı muhalif bir dilden ibaret değil mi?
Muhalefetin meselenin bütününü kavramaktan yoksun ve büyük resmi gözden kaçıran yetersiz bir söyleme haiz olması, mevzuyu dönüp dolaşıp dine getirmesi sizce de kısır bir döngüye yol açmıyor mu? Geçtiğimiz yüzyılda antisemitizm vardı, şimdi İslamofobi. İslamofobinin ülkemiz sınırları içinde yaygınlaşmasıyla kimlerin ekmeğine yağ süreceğimizi bir düşünelim.
Dinle mi mücadele edeceğiz, terörle mi? Teröristleri mi kınayacağız, dindarları mı? Pratiğe bakıp teoriyi mahkûm ederek mi?
Türkiye bu hataya hep düşüyor. Sapla samanı hep birbirine karıştırıyor.
Bir ara 'yetmez ama evetçi'leri günah keçisi belleme kolaylığına kaçılmıştı.
Zaten sorumluluğu birine yüklemek için hemen yanıbaşımızdaki hedefler biçilmiş kaftandır, sırtımızdaki yükü azaltır. Muhalefetin zaaflarını konuşmaktansa başkalarını itham etmek işimize gelir. Herkesin taşın altına elini koyması lazım. Bu karanlık bir gecede çökmedi üzerimize. Karanlıkta kalmayı biraz da biz tercih ettik. Karşı koymayı becerememek de sorumluluk almayı gerektirir.
Sadece bir düşman söz konusu olduğunda el ele veriyoruz, sadece düşmana karşı birlik beraberlik nidaları atıyoruz. Diğer zamanlarda körlerin sağırların birbirini ağırladığı ancak yaş ve mevki hiyerarşisinde büyük balığın küçük balığı yuttuğu bir ülkede yaşamıyor muyuz? Ayrımcılık en küçük birimde yani ailede başlamıyor mu? Diğer zamanlarda ise birbirimizle didişmiyor muyuz? Ortak bir düşmana mı ihtiyacımız var bir araya gelmek için? O zamanda yan yana durmayı ne kadar becerebiliyoruz, orası da belli oldu...
Tıpkı üşüyen kirpiler gibi. Birbirimize yanaştıkça dikenlerimiz batıyor.
Gerçek bir muhalefet için dilimizdeki nefret sözcüklerini ayıklamamız gerekiyor, gönlümüzün ibresini sevgi ve sağduyudan yana çevirmemiz gerekiyor. İyi günde de kötü günde de beraberiz dememiz gerekiyor.
2017’ye girerken neler ummuştuk oysa! Neye niyet neye kısmet...