Şiir bahanesidir hayatın!
Şiir o kunt efsun, o gizil şeffaflık, o pür anlam, o bulaşıcı dirim… Hayatları şiire yaslanan iki arkadaş: Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu. Kelebek ömrü kadar kısa süren yaşamlarında berrak şiirler yazmış iki şair.
Kelebeğin Rüyası sadece şiir sevdalılarının değil hayatın kuşatıcı angaryasından kurtulup sanatın nefes aldırıcılığında umuda ve sevgiye gönlünü yeniden açmak isteyenlerin izlemesi gereken bir film.
Yılmaz Erdoğan, Nuri Bilge Ceylan’ın “Bir zamanlar Anadolu’da” ve Bahman Ghobadi’nin “Gergedan Mevsimi” adlı filmleriyle daha gelişkin bir sinemasal boyuta geçmişti. Kelebeğin Rüyası, farklı bir sinema gözü kazanan Yılmaz Erdoğan’ın yönetmen koltuğuna oturduğu sabık filmlerinden daha farklı bir yerde duruyor. Görüntü yönetmeni Gökhan Tiryaki ve sanat yönetmeni Hakan Yarkın’ın filme katkısı epey fazla. Öyle ki filmde gereksiz diyebileceğimiz tek bir boş kare yok. Çekimler bazı dönem filmlerini hatırlatsa da sekanslar gayet etkileyici ve hiçbiri ötekinden kopuk değil. Film gerekmediği halde bazen yavaşlıyor, bazı sahnelerde ardarda gelen uzak ve yakın açı çekimlerindeki tezatlık bazen yoruyor bazen dikkati arttırıyor. Müzik seçimi filmin uluslararası festivallerde yer alacağı düşünülerek yapılmış, ne senaryonun dokusuna uygun ne de anlatılan döneme. Daha incelikli ve yerinde tercihler yapılabilirdi.Kelebeğin Rüyası birtakım eksikliklerine rağmen başarılı bir film.
Kıvanç Tatlıtuğ ve Mert Fırat’ın oyunculuğu film boyunca bir kez bile düşüşe geçmiyor. Kıvanç Tatlıtuğ sesini kullanmakta gittikçe ustalaşan bir oyuncu. Belçim Bilgin’ın canlandırdığı Suzan karakteri senaryodaki eksiklikler nedeniyle gerekli çatışmayı yansıtamıyor, bu nedenle Belçim Bilgin’in oyunculuğunda eksiklik görmüyorum, Suzan karakteri daha iyi işlenebilirdi senaryoda. Farah Zeynep Abdullah’ın canlandırdığı Mediha karakteri ise Öyle Bir Geçer Zaman ki’de, oyuncunun geçen sezon oynadığı Aylin karakterine oldukça benziyor, bu da filmdeki oyunculuğunu tekdüzeleştirmiş. Yılmaz Erdoğan ise keşke Behçet Necatigil karakterini başka bir oyuncuya verseydi, yer yer rolünden uzaklaşıyor, baskın mizahi mizacı ön plana geçiyor, bilhassa başhekime yalvardığı sahnede ya da “Senin savaşın sana yeter” gibi Necatigil poetikasına uymayan bir dize uydurduğu gemi sahnesinde.
Cumhuriyetin ilk yılları, balolarda vals yapan gençler, tenis oynayan kızlar… Siyasi tavrını mümkün mertebe arka plana itmiş Yılmaz Erdoğan, yer yer gizil bir dille veya duygu sömürüsüne geçit vermeyen bir görsellikle sınıf farkına değinmiş. Suzan ile Muzaffer maden ocağına indiklerinde, Suzan babasından dondurma parası istediğinde, halk açlık ve veremden kırılırken şaşaalı balolar düzenleyen kodamanların hayatlarından memnun, ötekine kayıtsız kalan yüz ifadelerinde, Mükellefiyet Kanunu kapsamında çalışmak zorunda kalan 15- 65 yaş arası tüm Zonguldaklı erkeklerin kömürün kararttığı bakışlarında.
Orhan Veli’nin “Siyah akar Zonguldak’ın deresi/ Yüz karası değil, kömür karası/ Böyle kazanılır ekmek parası” dediği Zonguldak… Maden ocaklarının kuzguni karasıyla denizin mavisi, ormanın yeşili… “Milli Şef” İnönü döneminde yeniden düzenlenen Mükellefiyet Kanunu ilk önce Osmanlı’da 1865’ten 1880’e kadar uygulanmış. Zonguldak madenlerinin başına getirilen Dilaver Paşa nizamnameyion iki gün aralıklarla nöbetleşe çalışılması şeklinde düzenlettirmiş. İngiliz, Fransız,İtalyan sermayesinin ardından İş Bankası’nın işlettiği madenler MKK ile birlikte kamulaştırılmış 1940’ta. 1948’de, 25-30 bin civarındaki işçinin sadece beş bin kadarı kendi rızasıyla çalışıyor, geri kalanı Mükellefiyet Kanunu’na tabi.
Rüştü Onur ise maden ocaklarında memur o dönemde. Mehmet Çelikel Lisesi’nde bir sene öğretmenlik yapan Behçet Necatigil ve yakın arkadaşı Muzaffer Tayyip Uslu ile şiirin bol ışıklı sokağında geziniyorlar.( Yılmaz Erdoğan ayrıntılara oldukça dikkat etmiş, örneğin Varlık dergisinde Behçet Necatigil’in adının o dönemde Behçet Necati olarak geçmesi vb) Değirmen, Varlık dergilerinde şiirleri yayımlanan genç şairler, Salâh Birsel, Oktay Rıfat, Samim Kocagöz’le de mektuplaşırlar.
Rüştü Onur’un şiirlerini kitaplaştıran Salâh Birsel’den, Muzaffer Tayyip Uslu’nun şiirlerini kitalaştıran Necati Cumalı’dan hiç bahsedilmemiş. Hatta Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu’nun Kemal Uluser’le dostluğundan da.Üçü biraraya geldiğinde üç konudan söz açılırmış: Şiir, ölüm ve hayat. O dönemde Macit Gökberk, felsefedeki erlebnis ( kişinin oluşumuna katkıda bulunan yaşanmış deneylerin tümü ) sözcüğüne karşılık bulmak istiyordu. Kemal Uluser “ yaşantı” sözcüğünü bulup önerdi ve sözcük literatüre geçti. Böyle önemli bir isme filmde yer verilmesi gerektiği kanaatindeyim.
Filmde adı geçen Şehir dergisini aslında Rüştü Onur ve Kemal Uluser birlikte çıkartmayı düşünmüşler.Şehir dergisi 2004 ‘ten beri çıkarılıyor. Şubat 2013 tarihli 76. sayısını Rüştü Onur’a ayıran yirmisekiz sayfalık dergideşairin hiçbir yerde yayımlanmamış şiirlerle, eşi Mediha’ya yazdığı mektuplar var.
Beşiktaş’taki Şair Leyla Sokağı’nı boydan boya yürümenin tam zamanı! Rüştü Onur, Muzaffer Tayyip Uslu, Kemal Uluser okumanın da. Hele beyaz bir kelebek konarsa omzuma hayat ne güzel…