03 Kasım 2019

'Işığın şairi'ne ağıt

İnsan bir ömür her ne kadar sona yaklaşmış olsa da, üretken bir beyin hiçbir zaman düğmesini kapasın istemiyor!

İlk kez değil, Pavarotti öldüğünde, Freddie Mercury öldüğünde, Zaha Hadid öldüğünde de ağlamıştım böyle; yaştan olabilir; fazla duygusallık da denilebilir; bana göre tutkudan…

Geçtiğimiz hafta Ingo Maurer öldüğünde de ağladım. O bir ışık ve tasarım maestrosuydu ve 21 Ekim 2019 tarihinde, 87 yaşında bu hayata veda etti.

Haberi ilk kez bir İtalyan gazetesinden aldım sabahın erken saatlerinde: 'Işığın Şairi Öldü' idi manşet. Haberin doğruluğunu hemen araştırmaya başladım; malum asılsız haberler çok sayıda. Kontrol ettigimde henüz durumun şokunu atlatamamış olan kurumsal hesaplarda veya daha haberi işleyememiş tasarım yayınlarında bir iz bulamadım ve kısa bir an rahatlamış hissettim: insan bir ömür her ne kadar sona yaklaşmış olsa da, üretken bir beyin hiç bir zaman düğmesini kapasın istemiyor!

İlerleyen saatlerde haberler önüme düşmeye başladıkça gözümden damla damla yaşlar dökülmeye başladı ve oturup teker teker, hepsini çok yakından bildigim o tasarımlara yeniden bakmaya başladım. Maurer'in şiirini baştan sona bir kez daha okudum.

Alman asıllı tasarımcı çocukluk yılları savaşa denk geldiği ve bir de üstüne 15 yaşındayken babasını kaybettiği için sadece 6 yıllık bir öğrenim görebiliyor ve hayatına ve kariyerine yirmili yaşlarda geldiği Amerika'da devam ediyor. Dizgici olarak çalışmaya başladığı için ticari grafik tasarım alanında eğitim alarak kendini geliştiriyor. Bu tercihinde belki de grafik tasarımcı olan ilk eşi etkili olmuştur, kim bilir?

Bu süreçte tasarım olgusu ile tanışması, diğer yandan bir röportajında belirttiği üzere Almanya'nın güneyinde, doğduğu yer olan Constance gölündeki ışık yansımalarının çocukluk anılarına referans vermesi ile ışığı tasarlamaya başlıyor.

O yıllara kadar ışık ile yapılan işler çoğunlukla sanat eserleri ve enstalasyon ağırlıklı. Mimari tasarımda ışığın önemi oldukça vurgulanan bir unsur ancak ürünler daha çok gelenesel çizgide.

Tasarımcı bir söyleşisinde, aslında var olmayan bir malzeme ile çalıştığı için ne kadar şanslı olduğunu dile getirmişti: 'Işık aslında bir şey değildir; sadece ruhunuzu derinden ele geçirir!'

1966 yılında, dünyadaki tasarım eğilimleri yalın ve sade İskandinav çizgisinin etkisi altındayken, basit bir ampul formunu bir aydınlatma ürünü haline getiriyor ve bu tasarım bir anda büyük ilgi uyandırınca Maurer 'in ismi de tasarım tarihine yazılmış oluyor. The Bulb isimli bu tasarım, ve sonrakilerden pek çoğu müze koleksiyonlarına girecek önemli tasarımlar olacaktır artık.

Maurer'in kimi zaman esprili ve çoğu zaman da referanslarına sıkı sıkıya tutunan tasarımları, hikaye anlatımının en güçlü örneklerini gösterir bize.

Bir porselen takımının patlamışçasına parçalanarak boşluğa dağıldığı sarkıt lambasını 90'lı yıllarda Milano'daki aydınlatma fuarında sergilediğinde, tekrar dikkatleri üzerine toplar.

Maurer tasarladı ise, söz gelimi kağıtlara yazılmış basit notların arasından ışık süzülebilir. Üzerinde "What we do counts/yaptığımız fark yaratır" yazılı bir konuşma balonu masa lambanız oluverir. Seramikten Budha maskelerinin ardından ışık hüzmeleri size göz kırpar.

1966 yılında tasarladığı ve MOMA'nın kalıcı koleksiyonunun bir parçası olan o ilk ampul, "The Bulb" tasarımcının imzası gibidir. Tüm tasarım serüveni boyunca bu ampüle kimi zaman kanatlar takılacaktır; çıplak elektirik kablolarının üzerinde sürreal biçimde yükselen bu kanatlı ampüller masanızı aydınlatır, veya son tasarımlarından birinde olduğu gibi mavi veya siyah bulaşık eldivenlerinin her bir parmağına iliştirilmiş ampuller tepenizden sarkabilir size ışık getirmek üzere. Kimi zaman kelebeklerin konduğu kimi zaman duvarda göğe doğru kanatları ile uçuşan spermlermiş gibi hayatımızda var olan bu ampul, "Wo bis du. Edison…?" (Edison? Nerdesin?) isimli tasarımında artık hologram olarak karşımıza çıkar.

Bu yıl, işim gereği yine Milano'da aydınlatma fuarında gezerken kırmızı ışık hüzmesinin arasında kelebeklerin uçuştuğu son tasarımının önünde epey bir vakit geçirdiğimi hatırlıyorum. Şiirdi evet. Elbette tasarımcıyı özel kılan, ilginç fikirleri değil sadece, o fikirleri uygulama biçimi. Şairane bir estetik kompozisyon, üstün bir teknoloji ile buluşunca çıkabiliyor bu eşsiz tasarımlar ortaya.

Işığı tasarlamak gölgeyi tasarlamaktır kimi zaman, kimi aman da rengi.,

Tasarımcı sadece ürünler tasarlamadı elbette. 1999 yılında Issey Miyake'nin defilesi için kıpkırmızı ışıkla yıkadığı Parc de Villette gibi, Milano'daki Torre Velasca da bu enstalasyonlara sahne olmuştur. Kuşkusuz ışığın bir tasarımcı eli ile mimari ile bu denli yoğun buluşması, günümüzde sıkça yaptığımız benzer uygulamalar için ilk örneklerden biriydi, zira o yıllarda teknik de, kentsel aydınlatma eğilimlerinde bu türden bir yeti de yoktu.

Maurer, yaşamı boyunca ilgi çeken ürünleri ile pek çok sergiye konu oldu ve sayısız ödül aldı. Bu ödüllerin pek çoğu, ona teknolojiyi kullanarak yarattığı katma değer sayesinde verildi. Aydınlatma dünyasının daha LED'i idrak edemediği bir dönemde o, tekil LED çiplerini alıp, bir seramik duvar kaplamasına entegre etmiş; bize duvardan bakan gül silüetleri şeklinde sunuvermişti bile. Bu tasarımı ilk gördüğümde de hayranlığımı gizleyememiş, o duvara dokunmaktan, karşısına geçip izlemekten kendimi alamamıştım. 

2013 yılında Moritz Waldemeyer ile tasarladıkları "One New Flame" sönmeyen bir mum alevinin, programlanmış LED ile yeniden yorumu idi. Bu tasarımdaki üstünlük de, tekniğin yanında elbette bu mum alevinin hareketinin ikili tarafından tasarlanmış olmasıydı ve inanın bana bu mum alevini izlerken gözünüzü ışığın bu dansından almanız çok zor.

Gerek teknikleri gerekse, tasarımları sebebi ile Maurer'in ürünlerinin nerede ise hepsi tek tek el imalatı ile üretilebiliyor. Bu durum ve tasarımcının haklı ünvanı bu ürünleri kimi zaman ulaşılamayacak kadar pahalı yapıyor. Bundan da büyük rahatsızlık duyan tasarımcının, mesela Porca Miseria isimli porselen lambasının gelirinin bir kısmını Mısır'da tanıştığı bir aileye bağışladığı anlatılan hikayeler arasında.

Bu tasarımdan biraz daha bahsetmeliyim. Mauer bu aydınlatmayı ilk olarak Michelangelo Antonioni'nin bir filminde, ağır çekim olarak patlayan bir ev sahnesinden esinlenilerek tasarlanmış. Şuradan bu final sahnesine ulaşabilirsiniz:

1970 yapımı bu filmin tema müziği olan "Come In Number 51, Your Time is Up"da Pink Floyd imzası taşıyor. Hatta bu tasarımın ilk ismi de Antonioni'nin başyapıtı olarak görülen film ile aynı ismi taşıyor: Zabriskie Point.

Aydınlatma fuarda ilk sergilendiğinde, İtalyan izleyicilerden biri şaşkınlıkla "Kahretsin!" anlamına gelen "Porca Miseria!" diyiveriyor ve tasarımcı, ürünün ismini oracıkta buna çeviriyor.

Maurer'in ilk eşi ile ayrıldığı yıl da, çiftin Amerika'dan Münih'e geri döndüğü 1970 yılı. Bu tasarımın bu ayrılığa, ya da aşka referans verdiğini düşünmeden edemiyorum. İşte bu Pazar günü, daha önce Milano'a bir otel lobisinde tanışma ve yarım saat olsun İstanbul ve tasarım hakkında konuşma şansı bulabildiğim bu karizmasıyla müstesna efsane tasarımcıyı anmak üzere bu filmi izleyeceğim.

Sanıyorum bu tabir en çok sana yakışacak: Işıklar içinde uyu Maurer!..

İyi ki vardın; tüm eserlerin bu dünyaya harika bir iz bıraktı.

Yazarın Diğer Yazıları

Kavuşturan tasarım

Taksim Meydanı yarışması için gerçekleştirilen ve İBB TV’den de canlı olarak yayımlanan buluşma toplantısı kolektif tasarım adına atılabilecek en önemli ve gerçek adımlardan biriydi

İstanbul'dan Saskia Sassen ve Richard Sennett geçti

Sassen’e göre yapılaşmayı nihayetinde öğrendik; çünkü doğaya ve çevremize saygılı olmamız gerektiğini, insan odaklı olmanın kaçınılmaz olduğunu acı deneyimlerle idrak ettik. Artık bunu nasıl uyguladığımız önemli

Doğal afetler için tasarım

Telefonların çalışmadığı, internetin kesildiği, evimizin olmadığı, arabamıza atlayıp bir yere gidemediğimiz bir ortamda ne yapacağımıza dair bir fikrimiz var mı?