Covid-19 pandemisi nedeniyle, birkaç ay önce küresel ölçekte tüm sanat kurumlarının kapanmasının ardından, şu günlerde pek çok ülkede müzeler, galeriler ve sanat kurumları yeniden kapılarını açıyor. Peki şimdi ne olacak? Kaldığımız yerden devam mı edeceğiz? Yanıt, hayatımızın pek çok alanında olduğu gibi: Hayır.
Geçtiğimiz aylar, farklı alanlar gibi sanat endüstrisi için de bilinmezlikler içinde yön bulmaya çalışarak geçti. Kurumların kapanmasını takiben pek çok galeri ve müze, sergilerini dijital ortama taşıdı. Ancak çoğu el yordamıyla oluşturulan bu sanal sergi deneyimlerinin geliştirilmesi gerektiği muhakkak. Galeri ve müzelerin yanı sıra, uluslararası sanat fuarları da yine dijital olarak deneyimlenen sanat organizasyonlarından oldu. Online sergi deneyimleri ve sanat eseriyle dijital olarak iletişim kurma konusu, ilerleyen haftalarda başka bir yazımın konusu olacak. Bugün odaklanmak istediğimse, fiziksel olarak sergi deneyimlemenin "yeni normal"i. Özellikle de büyük müzelerde. Uluslararası sanat dünyasında son zamanlarda üzerine en çok konuşulan, yazılan konulardan biri de bu. Artnet'te de geçtiğimiz hafta bu konuyu ele alan bir yazı yayınlandı.
Kimi istisnalar dışında, klasik anlamıyla "müze" olarak konumlanan kurumların çoğu, daimi koleksiyonları kadar, çoğu zaman dünyayı turlayan, gerek sanat tarihinin gerekse günümüz sanatının yıldız isimlerinin büyük sergilerini ağırladıkları programlara sahip olur. Çoğu zaman büyük kurumsal sponsorluklarla geliştirilen ve İngilizce'de Blockbuster olarak tabir edilen bu sergiler, ciddi bilet geliri ve pek tabii hem müzelere hem de sponsor kurumlara önemli bir görünürlük sağlar. Sanat kurumlarının "yeni normal" dönemindeyse Avrupa ve Amerika'nın büyük müzeleri, önlerinde uzun kuyruklar oluşan, turizme dahi etki eden, biletleri hızla tükenen bu büyük sergileri uzun bir süre gerçekleştiremeyecek gibi görünüyor.
Bu tür sergiler, aynı denklemle Türkiye'de sadece birkaç müze özelinde süregelse de, burada da aynı durumun yaşanması kuvvetle muhtemel... Bunun çok farklı nedenleri var şüphesiz. İlki, söz konusu blockbuster sergilerin, konu edindikleri isimler kadar büyük prodüksiyonlarla oluşturuluyor olmaları. Lojistik ve dolaşım kavramları, sınırlarla ve hareketle ilişkimizin yeniden tanımlandığı şu günlerde tabii ki sanat söz konusu olduğunda da önemini hissettiriyor. İkincisi, devasa maliyetlerin, sponsorluk desteğiyle olsa dahi, düşmesi kaçınılmaz olan izleyici sayısı ve bilet geliriyle karşılanmayacak meblağlar olması. Zira bu büyük prodüksiyonlar en az konu edindikleri sanatçıların adları kadar büyük bütçeleri de beraberinde getiriyor. İşin sahne arkasındaki finansal yükümlülükler, sigorta masrafları, global bir ekonomik krizin gölgesi ve tabii turizmin ve hareketin böyle azaldığı bir noktada olmamız bu tür büyük prodüksiyonların nihayetinde hedeflendiği kadar izleyiciye ulaşamayacak olması gerçeğini beraberinde getiriyor.
Müzeler son yıllarda hiç olmadıkları kadar popüler mekanlar oldu. Sosyal medyanın, hadi adını koyalım, Instagram'ın "ben de oradaydım" rüzgarının bir parçası olarak "o sergiye ben de gittim", "o işin fotoğrafını ben de çektim" paylaşımlarının zamanın ruhunun başlıca temsillerinden olduğu muhakkak. Bu pek tabii birçok okumaya açık. Müze çalışmaları bağlamında, bu tür çok büyük çaplı popüler sergilerin uzun süredir tartışılmakta olduğunu biliyoruz. Yine de, konuya iyimser bakmaya çalışılıp bireylerin sanat kurumlarında daha çok vakit geçirmesini, o ya da bu amaçla da olsa sanatla ilişki kurmaya başlaması adına pozitif okunabilecek bir durum olarak görmek de mümkün. Ancak, özellikle de müzeler için bugün geldiğimiz noktada sergileme formları ve yöntemleri değiştikçe aşikar olan bir şey var ki, afişleri tüm kente yayılan, büyük organizasyonlarla açılan, sıra beklenerek girilen, kalabalık gruplar halinde gezilen sergiler yakın geleceğimizde, eskisi kadar karşımıza çıkmayacak. Sanat tarihinin majör isimlerinin çalışmalarını yakından inceleme şansının, bir sanatçının farklı dönemlerden yapıtlarını bir arada görüp değerlendirebilmenin önemini göz ardı ediyor değilim; ancak burada altını çizmek istediğim, entelektüel hedeflerden azade sanat izleyicisinin çeşitli pazarlama stratejileri ile "kendini o sergide bulduğu" durumlar. Dijital imkanlar tabii ki her zaman mümkün ancak sanat izleyicisine, ya da sadece blockbuster türü sergi deneyimlerine açık olan izleyiciye "Bak bu geliyor!", "Bu sanatçı çok ünlü'", "Bu sergiyi görmelisin!" diye oklarla gösterilen sergiler bir müddet denklem dışı. Bu da haliyle izleyiciyi -yeterince meraklıysa- müzelerin pek de Instagram'lanmayan alanları olan daimi koleksiyonları, daha küçük çaplı galeri sergileri, bağımsız etkinlikler ve okuma - araştırma pratikleriyle baş başa bırakıyor.
Bu durumun benim için en heyecan ve merak yaratan kısmıysa, çok büyük ölçekli sergilerin, kurumsal sponsorlukların da etkisiyle oluşabilen çok büyük ölçekli pazarlama bütçeleri de denklemden çıkınca, bahsettiğimiz izleyicinin eskiye oranla çok daha az yönlendirilecek olması; haydi biraz dramatize edelim, bir nevi "bir başına kalma" hali. Ve işte bu noktada, izleyicinin bu alışkanlığını neyle ikame edeceği. Instagram'lamadan, müzede selfie çekmeden, bir "boş gün aktivitesi" olmanın dışında sanatla nasıl ilişkileneceği; kısacası, gösteren olmayınca neye bakacağı...
Sanatın dolaşımı, yani sergilenmesi, izlenmesi ve paylaşılması, Debord'un 1967'de müthiş bir uzgörüyle adını koyduğu "gösteri toplumu"nun günümüzdeki aktörlerinden biri. Nitekim Debord'un aynı adlı kitabında yazdığı üzere "Gösteri, bir imajlar toplamı değil; kişiler arasında, imajlar tarafından dolayımlanan bir toplumsal ilişkidir." Müze kavramının bugün sanatsal, eğitsel, kültürel ve kentsel açılardan geldiği noktaya ve azımsanmayacak bir süredir süregelen akademik tartışmalara birlikte bakıp, bunların yanına Avrupa ve ABD'de petrol ve silah şirketlerinin müze sponsorluklarının tartışmaya açılmasını, geçen haftaki yazımda ayrılı bir şekilde değindiğim Black Lives Matter hareketinin son aylardaki talepleri doğrultusunda pek çok müzenin sergileme pratiklerinden, istihdam politikalarına dek eleştirilmesini ve tabii blockbuster sergilerle oluşan programların sürdürülebilirliğine dair tartışmaları koyduğumuzda, önümüzdeki zamanların müzenin ne olduğu ve ne olmadığına dair önemli dönüşümleri beraberinde getireceğini düşünüyorum.