1980’li yıllarda, gençlik, çocukluk, anne-babalık; kim hangi dönemi yaşıyorlarsa yaşasın, Sezen Aksu'nun Sen Ağlama albümü, toplumun kültürel tarihinde yer etmiştir.
Kendi adıma, 6-7 yaşlarında olduğum zaman çıkan bu kaseti dinlemek nasıl olduysa hayati bir önem kazanmıştı; yaz aylarındaydık ve o dönemlerde yazlık bölgelere bu kasetlerden gelmiyordu. Babam, bir söyleşi için gittiği kahvehanede, bu kasetin kahvehanenin teypçalarında çaldığını fark etmiş ve beni mazeret göstererek kaseti rica etmiş. Hala dün gibi hatırlarım, yüzünde mutlu bir tebessümle, kahverengi kasetin üzerine beyaz banta yazılmış "Sen Ağlama-Sezen Aksu" yla çıkıp geldiğini.
Yazın Ege'nin kasabalarına 1-2 saatlik yollara koyulurduk ve bu albüm durmadan teypte çalardı. Saatlerin hüzünlere nasıl bölündüğünü bilemez, ama nasıl olacağını düşünürdüm. Ardından gözlerim, sağlı sollu giden karayolunda beyaz şeritlere takılırdı; burada kesik kesik burada uzun uzun; nedendir ki? Mavi bir Renault'yla yol boyunca dinlenilen Sen Ağlama şarkıları, beyaz şeritlerle örülü bir çocukluk öyküsüydü.
Kahverengi kapaklı üzerinde beyaz bantla Sen Ağlama yazan kaset 7 yıl boyunca çeşitli aralıklarla o mavi Renault arabada çalındı. Patlamayla araba yerle bir olduğunda, o kaset de o arabanın içindeydi. O çocukluk öyküsü, 1993 yılında kesiliverdi. Aniden büyümenin ne olduğuyla tanıştım, babamın ölümü çok acımasızca gelmişti.
Metin’e metin bir metin
1996 yılında ise Metin Göktepe’yle kesişti yollarımız. Evrensel Gazetesi muhabirinin, polis gözetimi altında, bir spor salonunda öldürüldüğünü gazetelerden öğrenmiştim. Yüzüyle tanışmam, birkaç hafta sonraki, 24 Ocak anmasında oldu. Göktepe’nin resimleriyle babamın resimleri yan yana taşınmaya başlanmıştı.
Muammer Aksoy’un öldürülüşünü, Bahriye Üçok’un öldürülüşünü aynı zamanlarda, babamla beraber yaşadık. Ölümün bir silahla ya da bombayla gelivereceğini öğrendim. Kazadan değil de, babamı vurmalarından korkardım.
Turan Dursun’un, Çetin Emeç’in, Muammer Aksoy’un, Bahriye Üçok’un resimleşen yüzlerinin yanında daha sonra hep babamın resmi oldu.
Babamın silah kaçakçılığı ile terör arasındaki bağlantıları araştırmasını sağlayan ise Abdi İpekçi’nin 1979’daki cinayeti olmuştu.
Babamın cenazesinde yürüyenler, Sivas’ta yakıldı aynı yıl içinde.
Bir sonraki yıl ise Onat Kutlar ile beraber Yasemin Cebenoyan’ın bir bombaya “denk” geldiğini öğrendik. Cumhuriyet’te büyük puntolarla yazıyordu “Öfkenle Çoğalacağız”
Cumhuriyet Gazetesi’nin Ankara Bürosu’ndaki duvarında ölenlerin resimleri ise her bir olayda artıyordu. Siyah-beyaz resimlerle dolu duvarda, babamın resminin yanına bir gün Ahmet Taner Kışlalı’yı da koydular.
Babamla aynı gün, Gaffar Okan’da çapraz ateşle öldürüldü. Birkaç yıl sonra evinin önünde Hablemitoğlu öldürüldü.
Bundan dört yıl önce ise Hrant Dink’i Agos’un önünde vurdular. Arkasından “Sarı gelin” kaldı yüreklerimize yadigâr. Aynı “Yiğidim Aslanım”ın yadigâr kaldığı gibi.
Çocuklar Gibi
Aynı kasette Sabahattin Ali'nin iki şiiri de bestelenmişti; biri "Çocuklar Gibi"'ydi diğeri de "Dağlardır Dağlar". Hatta ikinci yüzün başındaydı bu şarkı. O yaşlarda dinlerken, Sabahattin Ali'nin ne öldürüldüğünü bilirdim ne de şiirin anlamını anlardım. Yol boyunca dağlarla tepeleri birbirinden ayırmaya çalışırdım ve hep sorardım; hangisi dağ baba? Babam usanmadan o dağların bu dağlar olmadığını anlatırdı; sonra da dikkatimizi dağıtır, güldürürdü. Yıllar sonra, Sabahattin Ali'yi okumaya başlayınca ve öldürüldüğü dağda mezarının nerede olduğunu bilinmediği zaman anladım olanla biteni. Aynı zamanda kendi sorgularının içtenliğini, döneminin toplumsal sorunlarını yansıtmasının yanında kendi sonunu sezmesinin ne kadar tüyler ürpertici olduğunu da.
Sabahattin Ali, Nisan ayında uzun süren hapishane günleri ile uzun süren bir toplumsal dışlanma sonucunda bu ülkeden Bulgaristan'a kaçmaya çalışırken, sınırda, Kırklareli'nde bir karakolda katledilmiş ve cesedi gelişigüzel bir dağın yamacına atılmıştır.
Sabahattin Ali, insan portrelerini, ruhlarını, toplumu çok iyi gözlemleyen o edebiyatçı, şair, komünist, güzel adam şunu söylüyordu o şiirinde "Bir gün kadrim bilinirse/ ismim ağza alınırsa / yerim soran bulunursa / benim meskenim dağlardır" Bugün, mezarının yeri bilinmese de, ona Kırklareli'ler sahip çıktı... Ve her yıl haziran ayının üçüncü haftasında onu hatırlayarak çıkıyorlar dağlara; onun adına piknikler düzenliyor; onu yaşayarak anıyorlar.
Geçtiğimiz yıl, bu yazıda söz ettiğim ve edemediğim 27 aile yeniden biri katılmaması için bir araya geldi ve birbirlerine dayanarak şunları söyledi: “Gerçekler açığa çıksın, kim incinecekse incinsin.”
Aileler, sadece anmalarda hatırlanmasını istemiyor bu isimlerin. Burada değinemediğim birçok değerli insan öldürüldü. Niye?
Yarın, belki de, kaybettiklerimizin “neden” öldürüldüğünü öğrenebiliriz. Hamasi sözleri o kadar çok duyduk ki…
Bu umudu taşıyarak, ben hala hayattaki beyaz çizgilere bakıyorum; burada kesik kesik burada dümdüz… Nedendir ki?
Tarihten tabu yaratmak
“Muhteşem Yüzyıl” dizisi yaklaşık on gündür gündemde. Dizi, devlet büyüklerimizin karşı çıkışıyla da gündemin orta yerine oturdu. Dizi tartışmalarını ucube heykel tartışmaları izledi. Ucube heykel tartışmalarını da alkol yasağı tartışması izledi. Ocak ayında, muhafazakârlığın müstehcenleşmesine tanık olmamız yakın!