Sağlık sigortası veya güvencesi denilince akla hemen 19. yüzyıl sonlarının Alman Şansölyesi Otto von Bismarck geliyor. O döneme kadar konfederasyonlardan oluşan Almanya'yı birleştiren kişi olan Bismarck, 1884 yılında ilk kez zorunlu sağlık sigortasını uygulamaya koyan yönetici olarak da tarihe geçmiş. Tarihte ilk kez işçiler (mavi yakalılar) hekim ve ilaca rahatça ulaşma imkanına kavuşmuş. Ayrıca hastalandıklarında da ücretlerini alabildikleri bir sistem kurulmuş.
Bu sistem sayesinde ölümler azalmış, hastalık sayıları düşmüş. Diğer tedbirlerle birlikte dönemin en öldürücü hastalığı olan verem ve diğer bulaşıcı hastalıklar gerilemiş. Hasta oldukları dönemde ücretlerini almaya devam eden işçilerin beslenme ve barınma sorunları da önemli ölçüde azalmış. Bu sistemin finansmanı üçte iki oranında işçiler, üçte bir oranında da işveren tarafından sağlanmış, devlet kasasından para çıkmamış.
Sistemin oluşması işçilerin taleplerinden çok işverenlerin baskısı ile sağlanabilmiş. Uzun çalışma süreleri, yetersiz beslenme ve kötü çalışma ortamında sıklıkla hastalanan ve ölen işçiler fabrikaların ve madenlerin çalışmasını zorlaştırınca bir şeyler yapma gereksinimi ortaya çıkmış. Yani, yalnızca işçilerin sağlığına değer veren bir girişim değil.
Bismarck'ın attığı bu adımın Fransa'da ve Almanya'da gelişen sosyalist akımları durdurmaya yönelik olduğu da tarihçiler tarafından belirtiliyor. Sosyalistleri kendi silahı ile vurmuş ve başarılı da olmuş.
Birçok ülke tarafından uygulanan bu sistem ikinci dünya savaşından sonra değişim göstermiş. Sağlığın bir insan hakkı olduğu ve devletlerin halkın sağlığını korumakla yükümlü olduğu fikrinden yola çıkarak sistemin finansmanının ödenecek primlerden değil, toplanan vergilerden karşılanması prensibi benimsenmiş.
"Refah Devleti" dönemi denilen bu peri masalı 1970'li yıllarda neoliberal politikaların ortaya atılması ile sona ermiş. Kamu eli ile verilen hizmetlerin daha pahalı olması, hantallığı, yolsuzluklara açık oluşu, yeniliklere ayak uyduramaması gibi gerekçelerle özelleştirmenin yolu açılmış. Sağlık ve eğitim başta olmak üzere özelleştirilen birçok sektörde esas nedenin finansmanı devletin sırtından alıp çalışanlara yıkmak olduğu çok açık.
Türkiye'de 1961 Anayasası sağlığın bir hak olduğunu ve devletin toplumun sağlığını korumakla yükümlü olduğunu belirtirken, 1982 Anayasası'nda bu hak aniden yok oluyor.
Yani, Türkiye'de Bismarck modeline geri dönüldü. Sağlık giderleri çalışanların ödedikleri primlerden karşılanmaya çalışılıyor. Ekonomimizin en az yarısı kayıt dışı olduğundan sistemin iyi çalıştığını söylemek zor. Özelleştirilen sağlık sistemimizde yeterli sağlık hizmeti alınabilmesi için ek ödemeler yapmak gerekiyor.
Tarih boyunca sağlık hakkı mücadelesi sürmüş ama hükümetler tarafından atılan adımlar hep toplum yararından çok siyasi kazanım getirecek adımlar olmuş. Türkiye'de sağlık hakkı mücadelesinin öncülüğünü illerdeki Tabip Odaları ile birlikte Türk Tabipleri Birliği (TTB) üstlenmiş bulunuyor.
TTB sağlık sistemindeki aksaklıklara dikkat çekmek amacı ile geçen haftalarda İstanbul'dan başlayıp, Kocaeli, Bursa, Eskişehir'de devam eden ve Ankara'da biten "Beyaz Yürüyüş" adı altında bir dizi etkinlikler planladı ve bunlar geniş hekim katılımları ile gerçekleşti.
Bu etkinlikler mevcut hükümetin hoşuna gitmediği için yer yer engellemelerle karşılaştı. Şimdiye kadar da kapatılma tehdidinden çeşitli davalara kadar birçok caydırma girişiminden TTB ve hekimler etkilenmedi. "Bu etkinliklerin etkisi ne kadar?" diye sorulabilir tabii ama unutmayalım ki suyun gücü dalgaların büyüklüğünde değil devamlılığındadır.