Hiçbir ülkede, hiçbir toplumda bizdeki kadar çok “vatan haini” yoktur, inanın. Bazen, bu ülkenin bir “vatan hainleri” ülkesi olduğunu düşünüyorum. Bir toplumda siyasetçilerin yarısı diğer yarısını, halkın yarısı diğer yarıyı ikide bir vatan haini ilan ederse, vatan haini ilan edilenler de söz kendilerine geldiğinde bu sıfatı ötekilere aynen iade ederlerse toplumun tamamı vatan haini demektir.
Birkaç gün önce Fazıl Say bir televizyon programında konuşurken... Bu yazıyı yazdığım saatlerde Başbakan Erdoğan zehir zemberek Salı sataşmalarından birini daha yaparken... CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu ona cevap yetiştirirken... Ve de vatan haini dedektiflerinin en kül yutmazı Devlet Bahçeli, vatan hainlerini şikâyet için avenesiyle birlikte Çankaya’ya çıkarken bir kez daha düşündüm bunu. Nâzım Hikmet’in o çığlık gibi dizeleri düştü yine aklıma.
Moskova günlerinde, bir Türkiye gazetesinin manşetinde “Nazım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ” satırlarını gördüğünde yazdığı dizelerde, “Siz yurtseverseniz, ben yurt hainiyim, ben vatan hainiyim” diye haykırır Nâzım. “Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla/ Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ” diye biter o çığlık şiir.
Bu toplumda “vatan hainliği” herkesin birbirine kara çalmak, bazen de “andıçlamak” için en kolay kullandığı sözcüktür. Yandaş kitleler üzerindeki etkisi tartışılmazdır. Sizden farklı düşünenler, karşı ideolojik cephede yer alanlar, farklı siyasal görüşleri, farklı çözüm önerileri olanlar vatan hainidir kestirmeden. Bazen şerefsiz sıfatıyla da pekiştirilir bu ünvan! Ne var ki kullanıla kullanıla öylesine yıpranmış, ayağa düşürülmüştür ki son örneğini Fazıl Say’ın sözlerinde gördüğümüz gibi, artık halkın müzik tercihi de vatan hainliği sayılabilmektedir.
Ağulu dil, ağulu yüreğin yansımasıdır.
Bazı kişiler var ki kalabalıklara konuştuklarında, mesela televizyonlarda, basında, meydanlarda, sahnelerde topluma seslendiklerinde yüreğim hop ediyor, yine sözleriyle kırıp geçirecekler, yine toplumun yaralarını deşecekler, kanırtacaklar, yine birilerinin değerlerine saldıracaklar, birilerini küçümseyip aşağılayacaklar diye. Ağızlarını açtıklarında “eyvah” dediklerimin başında, birbiriyle taban tabana zıt, birbirine diş bilediklerinden emin olduğum Tayyip Erdoğan ve Fazıl Say geliyor. Kültürel birikimleri, değerleri, siyasî tercihleri, inançları, uğraşları taban tabana zıt bu iki toplumsal figürün ortaklaştıkları nokta, kendi değerlerinin ve kutsallarının mutlaklığına iman etmiş olmaları, bununla da kalmayıp başkalarının değerlerini, kutsallarını, inançlarını, düşüncelerini, yaşama biçimlerini, kültürlerini aşağılama hakkını kendilerinde görmeleri. Ben, bunların birinden: Tayyip Erdoğan’dan, kendim için olmasa da bu ülke için korkuyorum, çünkü o ülkenin kaderinin iki dudağı arasına sıkıştığı “mutlakiyetçi” bir başbakan. Diğerinden, yani Fazıl Say’dan korkmuyorum, aksine onun için korkuyorum; çünkü kendini yıpratmasını, örselenmesini, ne dediğini bilmez, üstenci, saygısız bir kişilik sergilemesini hiç mi hiç istemiyorum. Deha, bazen kendine rağmen, hatta kendinden bile korunmalıdır diye düşünüyorum. Gel gör ki, ikisi de her geçen gün kendi çıtalarını biraz daha yükselterek ağulu ve bölücü bir dilin yeni örneklerini vermekle meşguller. Ne korunmak ne de korumak mümkün...
Fazıl Say gerçek bir deha, dünya çapında bir müzikçi, sadece icracı değil aynı zamanda müziği yeniden yaratan istisnai bir kişilik. Onca eser bir yana Mezopotamya Senfonisi yeter. Gel gör ki, kendinden farklı düşünen, farklı yaşayan, farklı beğenileri, siyasal tercihleri olanlara yönelttiği eleştiri sınırlarını çok aşan, hakarete ve aşağılamaya dönüşen sözler, ağulu dil dediğim yıkıcı dilin şaşırtıcı, bir o kadar da kabul edilmez örneklerini veriyor. Bir televizyon kanalında, arabesk müziğin vatan hainliği olduğunu ısrarla ve öfkeyle söylerken kendi kulakları ağzından çıkanı duyuyor mu acaba diye düşündüm. Arabesk sevmem, fikrim olsun diye veya minibüslerde, dolmuşlarda, köy kahvelerinde zorunlu olarak dinlerim. Bazen hoşuma gittiği de olur. (Eh! Vatan hainliğim başka konularda da tescilli zaten). Ama arabeskin halkın ezikliğinin, pasif isyanının, kederinin, çaresizliğinin müziği olduğunu bilirim, anlarım. Tıpkı Anadolu Rumlarının göç sonrası Yunanistan’da yaşattıkları rembet müziği gibi. Ve ne tesadüf Yunanistan’da da bizde de askeri diktatörlük dönemlerinde yasaklanmıştır bu müzik. Arabeski sevmeyebilirsiniz, tartışabilirsiniz, klasik müzikçi gözüyle olumsuz değerlendirebilirsiniz; ama işi, o müziği yapanları ve sevenleri vatan hainliği ile suçlayacak noktaya getirdiniz mi, orada zurna zırt der. Bu nasıl bir zihniyet, nasıl bir ideolojik katılık ve aymazsızlıktır ki müzik tercihi -veya zorunluluğu- ile vatan hainliği özdeşleştirilebilmektedir. Burada ağulu olan dil midir sadece, yoksa ağu yüreğin ve kafanın derinliklerindeki nefretlerden, korkulardan, karşısındakini küçük görmekten, kibirden, ideolojik yüklerden mi kaynaklanmaktadır?
Say’ın ruh ikizi olmasa da dil ikizi Tayyip Erdoğan’a gelirsek, Erdoğan kendi kitlesine hakim, kendisinden memnun, tartışılmaz doğrularından bırakın kuşku duymayı, onlar üzerine kendisi bile düşünmekten kaçınan bir lider. Kendi doğruları dışında doğru tanımıyor, eleştiri asla kabul etmiyor ve bugün kadar gelmiş geçmiş siyaset erbabının hiçbirinde benzerini duymadığımız bölücü, yıkıcı, ağulu bir dil kullanıyor. Uzağa gitmeyelim, açlık grevleri sırasındaki vicdan ve insandan uzak, insan yaşamıyla alay edebilen, utandıran sözlerini hatırlayalım yeter. Kendisini eleştiren, yoluna yanlış diyen, Türkiye’nin şu veya bu siyasetini tartışan, farklı siyasal çözümler öneren herkes vatan hainidir Erdoğan’a göre. Üstelik sözleri geniş kitlelere ulaşan bir lider olarak, hedef göstermek bir yana, vatan haini edebiyatının yaygınlaşmasına da önayak olmakta, ağulu iktidar dilini meşrulaştırmaktadır.
Alkışlamak değil dur demek gerek
Dil, kişiliğin aynasıdır ama aynı zamanda kişiliği de biçimlendirir. Kullandığınız dil size döner, sizi kendine benzetir. Başka türlü söylersek, düşüncelerinizi dil ile ifade edersiniz ama ifade biçiminiz de düşüncelerinizi etkiler. İfadei meram ayniyle insan, derdi eskiler, doğrudur.
Herkesin, kendisi gibi düşünmeyeni, kendisi gibi inanmayanı, kendisi gibi yaşamayanı vatan haini, ya da şerefsiz, zındık, vb, ilan edebildiği bir toplumda bu ağulu dilin dalga dalga yayılmasının sorumluluğu, başta siyasetçiler olmak üzere kitlelerin değer verdiği, önemsediği, sevip saydığı kişilerdedir. Toplumsal dokuyu dağıtan, zehirleyen ağulu dilin sahibi ister başbakan, ister muhalefet lideri, ister dahi sanatçı, ister büyük yazar, ister dinî lider, kim olursa olsun baş sorumlu onlardır.
Aklıselime her zamankinden daha fazla ihtiyacımız olduğu şu günlerde beni umutsuzlaştıran şey, ayrıştırıcı nefret dilinin toplumdan tepki yerine alkış alması. Tayyip Erdoğan parti grubunda konuşurken bakıyorum, benim kanımı donduran, utançtan yüzümü kızartan sözler büyük alkış alıyor. Aynı tabloyu diğer partilerin toplantılarında da görmek mümkün. Fazıl Say’ın sözleri, kendisi gibi düşünenler tarafından yadırganmak ve eleştirilmek bir yana, kendisini mensup hissettiği kesimce hikmetli, cesur sözler kabul ediliyor. Taraftarlar/yandaşlar, ipin ucu iyice kaçtığında bile sözleri tevil etmek ya da bir bahaneye sığınarak mazur göstermeye çalışıyorlar. Mesela, “Başbakan çok eleştiriliyor, bu da onu geriyor, haklı olarak üslubu sertleşiyor” diyorlar; “Başbakanın psikolojisini anlamak gerek” diyorlar. Üslubun sert falan değil düpedüz hakaret düzeyinde olduğu bir yana, bir siyasetçinin eleştiriler karşısında ağzına geleni söyleme hakkı nereden geliyor? Öte yandan, ben Başbakan’ın psikolojisini anlamak ve gözetmek zorunda değilim, o benim, yani kitlelerin psikolojisini bozmamakla yükümlü.
Geçelim Fazıl Say’a. Say’ın, son örneği vatan hainliği olan sözlerini, “Üzerine çok varıldı, o da patlıyor işte” ya da “Her şeyi söylemeye hakkı var, o bir dahi” diye savunmaya kalkışanlar, üzerine varıldığını düşündükleri konularda sanatçının tahrik eden dilinin payını neden hiç düşünmüyorlar? Deha, insanların değerlerini, kültürlerini, inançlarını aşağılama hakkı verir mi? Hakaret hakkı verir mi?
Kendi mahallemizin ağzı bozuk çocuğuna, ne yaparsa yapsın sahip çıkmak, kendi adamımız ne söylerse alkışlamak, yandaşı olduğumuzu eleştirmemek, yanlışına yamuğuna göz yummak kötü bir huyumuz. Kendi çöplüğünde pervasızca öten horoza kendi tavukları “Böyle ötülmez, bi dur bakalım” diyemedikçe; hakareti öfke sanatı, halkı küçümsemeyi, değerlere saldırmayı ilerici yüksek kültür sandıkça, ağulu dilin saldırısından kurtulmamız zor. O zaman Nâzım’ın mısralarını tekrarlayalım hep birlikte: “Siz yurtseverseniz, siz vatanseverseniz ben vatan hainiyim...”