Her şey düzelir. İktidarlar değişir; başkanlar, başbakanlar değişir, partiler kapanır, partiler kurulur. Savaşlar biter, yaralar sarılır, acılar hafifler, şehirler yeniden kurulur. Zaman, sağıltıcı gücüyle herşeyin üstünden akıp geçer, umut yeniden yeşerir. Yeter ki insan çürümesin; kin, nefret, kötülük yürekleri sarmasın, vicdan ölmesin, insanî değerler unutulmasın.
Bir süredir bu ülkede bir korku filminde gibiyiz. Siyasetin pespayeliğinden, bizi yönetmeye çalışanların, -iktidarıyla muhalefetiyle- inanılmaz cehaletinden (bazıları okumakla, profesörlükle falan da kurtulamıyorlar fıtrî cehaletlerinden), siyasetin ilkelliğinden söz etmiyorum. Hatta savaş felaketinin yıkıcılığı bile değil kast ettiğim. İnsanın çürümesinden, insanî değerlerin ters yüz edilip iyi’nin kötü, kötü’nün iyi olmasından, şiddetin nefretin toplu sarmasından; kan, ölüm, nefret yüceltmesinin hem siyaset sınıfları hem de kitleler nezdinde prim yapmasından söz ediyorum.
Binlercesi arasından son birkaç günün üç fotoğraf karesine bakın, ne demek istediğimi anlayacaksınız.
Eskişehir’de, elektrik tellerine asılmış, etek giydirilmiş, göğsüne yapıştırılmış levhada “PKK’lı akademisyene, çalışana, öğrenciye idam” yazılı mankenin fotoğrafı. Trabzonsporlu genç taraftarın hakemi sahada döverkenki fotoğrafı. Ankaragücü’nün şeref tirbününde oturanların Amedspor yöneticilerini linç edercesine dövme fotoğrafı… Bu üç fotoğraf günümüz Türkiye’sinin aynası ve özetidir.
Şiddete, nefrete teslim edilen bir toplum
Binlerce, on binlerce benzeri olan üç fotoğraf, muktedirlerin insanı nasıl çürüttüklerinin, nasıl çirkinleştir-diklerinin suçüstü kareleridir.
Benzer olaylar ayda yılda bir olsaydı, benzer fotoğraf karelerini gördüğümüzde şaşırıp yadırgasaydık, abarttığımı söyleyebilirdiniz. O fotoğraflara yansıyan ruh; vahşi kadın cinayetlerinde, üç yaşındaki çocuğa tecavüzde, çocuk istismarında, anaların kendi çocuklarını döverek öldürmelerinde, çatışmada vurulan genç kadının cansız bedeninin sokaklarda çıplak sürüklenmesinde, öldürülen düşmanın uzuvlarının kesilmesi, gözlerinin oyulmasında, mülteci kız çocuklarının satılmasında, benzer nice utanç verici olayda kendini sürekli üreterek yayılıyor.
Hrant Dink’i öldüren Ogün Samast’la aynı yaştaki hakem döven çocuk, “bir bebekten bir katil yaratan karanlığın” binlerce, on binlerce dölünden biri. Her ikisinin arkasını sıvazlayan polis, jandarma, adliyeden çıkarken saldırganı alkışlayanlar aynı zihniyetin esirleri. Dün katil Samasat’ı idol ilan edip onun beyaz beresiyle dolaşan gençlerle bugün hakemi döven çocuğun giysilerinin internette satılığa çıkaranlar, o giysileri kapışanlar aynı zihniyet dünyasının parçaları.
Amedsporlu yöneticileri dövenlerle 10 Ekim Ankara katliamı kurbanları için stadyumda yapılan saygı duruşunu yuhalayanlar, içlerinde aynı mikrobu taşıyorlar. PKK mankenini asanlar, seçim meydanlarında Öcalan’ı asma “vaadi”yle yağlı urgan sallayan siyasetçinin; en ağır nefret söylemiyle Kürt siyasetçileri Meclis’ten atmaya çabalayanların; terörle mücadele adı altında Kürt halkını perişan edenlerin biraz daha toy kopyaları. “PKK’li akademisyene, öğrenciye, çalışana idam!” diyenler, çözümü Kürtleri yok etmekte, öldürmekte, temizlemekte arayan büyüklerinin; “Oluk oluk kanınızı akıtacağız, kanlarınızla duş yapacağız” diyebilen psikopat mafya babalarının sadık takipçileri.
Toplum çürüyor, çürütülüyor. Sosyal-siyasal psikopatlar çürümeye direnenlerin üstüne sürülüyor. En vahimi, bu ülkeyi yönetenler çürük kokusunu duymuyorlar. Bu toplumun insanın bütün güzel değerlerinin aşındığını, ruhların çürüdüğünü fark etmiyorlar. Çürümeyi kendi çıkar ve iktidarlarına gübre yapıyorlar.
Nefret ve savaş dilinin zehirli sonucu
Bu noktaya birdenbire gelinmedi. Yönetenlerin ayrımcı, bölücü kin ve nefret söylemleriyle; sınır tanımayan, hedef ayırmayan saldırgan dilleriyle, insanları birbirlerine karşı kışkırtmalarıyla, “onlar”, “onlar” diyerek parmak ve tehdit sallamalarıyla gelindi. Savaşla, kan kültürünü kutsayan eril şiddetle, baş koparmak, ezmek, temizlemek, kan akıtmak söylemleriyle gelindi.
Dil, düşünce olur, kitlelere dalga dalga yayılır. Kitleler; liderlerini, reislerini izler, onlardan örnek ve cesaret alır, onların diliyle konuşurlar. Kitlelerin düzeyini önderler, liderler kendi boylarına uygun olarak belirler. Binlerce, on binlerce benzeri olan yukarıdaki üç fotoğraf, muktedirlerin insanı nasıl çürüttüklerinin, nasıl çirkinleştirdiklerinin suçüstü kareleridir.
Bu toplumu kan tuttu. İnsanlar kanı, ölümü, zulmü kanıksadı, birçokları kanın, zulmün parçası oldu. İnsanların ruhlarının çürüdüğü, değerlerin alt üst olduğu, kötülüğün kol gezdiği bir ülke, en çılgın projelere imza atsa da, görünüşte büyük ekonomik başarılar gerçekleştirse de (ki temelleri çürüyen bir toplumda bu mümkün değildir) kayıp ülkedir.
En kötü günlerimizde zindanlarda, sürgünlerde bile umudumuzu zerre yitirmeden söylediğimiz o güzelim “Umudu kesme yurdundan” türküsünü artık söyleyemiyoruz. Ne yazık!