Sosyalizmi, solculuğu, devrimciliği uzlaşmaz çelişkilerin ille de çatışmalı çözümü olarak kavrayanlara; tarihi ve özellikle de kapitalist toplumu açıklama yöntemlerinden biri olan Marksizmi dinî dogma sayanlara; sınıf mücadelesi ve ekonomik indirgemeciliğin insan yaşamının girift ve karmaşık gerçekliğinin bütününü değil sadece bir yanını açıkladığını kabullenmek istemeyip ezberlerin konforuna sığınanlara, ve de yaşamın anlamını dar anlamda siyasette arayıp iktidar çarkının dişlileri arasında sıkışıp kalanlara bu yazı duygusal, romantik, hayalci, safdil gelebilir. Devrimi sadece devirmek, siyasal mücadeleyi müzmin muhalefet, dar görüşlü slogancılığı devrimci siyaset sananları kesecek bir yazı değil kısacası. Duygusal, biraz da hayalci bir yazı; ama tıpkı 68 Mayısı’nın o unutulmaz “Gerçekçi ol, imkânsızı iste” sloganının hayalciliği gibi umut ve duygu yüklü...
Bu duyguyu önce; sendikacıların, emekçilerin, aydınların, gençlerin, sosyalistlerin, devrimcilerin 1 Mayıs’ı yeniden Taksim Meydanı’nda kutlayabilmek için 33 yıldan bu yana verdikleri mücadeleyi anlatan “Sabahın Sahibi Var” başlıklı kitabın DİSK’in hazırladığı tanıtım toplantısına gittiğimde yaşadım. 60’ların ortalarından, TİP’in, daha sonra DİSK’in kurulup geliştiği yıllardan, 68 gençlik hareketinden, 12 Mart döneminden, 70’lerin hareketli-bereketli, cıvıl cıvıl, bir o kadar da ölümlü, şiddetli, acılı günlerinden, boykotlardan, işgallerden, grev meydanlarından, işçi direnişlerinden; 12 Eylül faşist darbesinin ülkeyi hapishaneye, işkencehaneye dönüştüren, onbinlerce insanı yurdundan, işinden, yakınlarından, topraklarından eden; Kürt halkını büsbütün dilsiz, yurtsuz bırakıp isyan bayrağı açtıran zulmünden nasibini almış olanlar; yolu sürgünlerden, zindanlardan, dağlardan geçmiş 68’li, 78’li bütün bir kuşağın sağ kalmış çocukları, hepimiz oradaydık.
Her birimiz bir yana savrulmuş, farklı yollar tutmuş, farklı siyasal hareketlere hatta cephelere ayrılmış, farklı görüşler benimsemiş, yaşadıklarından farklı sonuçlar, farklı dersler çıkarmış olsak da bizi birbirimize bağlayan derin bir bağ olduğunu duyumsadım. Orada, sadece 1 Mayıslar’ın anılarında değil, daha derin bir şeyde birleşiyorduk: Emeğin, işçinin, emekçinin hükümran olduğu, ne ezen ne ezilen, hakça kardeşçe bir düzen kurmak için yürüdüğümüz yolların anısı ve özlemiydi bizi buluşturan. Dünyayı değiştirmek isteyen, daha güzel bir dünya kurmak için güneşi zaptetmeye koşan çocuklardık. Güneşe yaklaşırsak yanıp kül olacağımızı bilip de göze alanlardık. Yenilgilerimize ve savrulmamıza rağmen bizleri birleştiren, yaşamımıza kattığımız kendimizi aşan anlamdı. Kimisini otuz yıldır, hatta daha fazla zamandır görmediğim eski tanışları, arkadaşları, yoldaşları kucaklarken; ayrı düşmüş bile olsak içimin/içimizin kolay kolay kopamayacağını fark ettim. Hayır, sadece geçmişin nostaljisi değildi bizi bağlayan. Daha köklü ve derin bir şeydi. Hepimizde, bütün yaşananlara rağmen tıkanmamış, kurumamış bir “emek damarı” vardı ve bizi birbirimize bağlıyordu. O damarı kurumuş olanlar zaten bu taraflara uğramıyorlardı artık.
Bu buluşmadan birkaç gün sonra, 1 Mayıs yıllardan beri ilk kez gerçek bir bayram ve kucaklaşma havası içinde kutlandı. Kürtçe Türkçeye, Türkçe Ermeniceye, hepsi birden “Dünyalıcaya”, yani “21. yüzyıl Devrimcicesi”ne karıştı. Biz eski tertipler oradaydık; elli yılın yollarında düşe kalka, emek damarımızı kurutmadan yürüyüp de bugünlere erişebilmiş olanlar ve de zindanlarda, meydanlarda, işkencelerde, dağlarda, sürgün topraklarında kalanlar da aramızdaydı sanki. Ama sadece bizler, sadece sendikacılar ve sendikalı işçiler, sadece emek kesimi yoktu orada; 12 Eylül’de daha doğmamış olan gençler, gencecik kızlar, kadınlar, kendilerini öğüten sisteme karşı çıkan öğrenciler, demokratik haklarını, özgürlüklerini, kimliklerini ve anadillerini kazanmaya azmetmiş Kürtler, ağlayan palyaço maskeli sanatçılar, bütün dillerden türküleri ve özgürlük marşlarını aynı coşkuyla söyleyen müzikçiler, bedenlerine ve cinsel yönelimlerine saygı talep eden eşcinseller; bütün mağdurlar ve bütün mağduriyetlere karşı olanlar; darbelere, diktatörlüklere, vesayete hayır diyen gerçek demokratlar; barış içinde, özgür, adil, temiz bir dünya isteyenler vardı. “Bu dünya değişmelidir” diyenler, “Emek, Barış, Özgürlük” için bütün renklerini kuşanmış, oradaydılar. Tek tip giysileri ve kızıl bayraklarıyla korteje askeri nizamda katılan nostaljik gruplar da vardı, rengârenk giysili, sazlı sözlü gruplar da.
1 Mayıs 2011’de Taksim Meydanı, 30 yılda dünyanın ve Türkiye’nin özlemlerinin ve taleplerinin çeşitlendiğini ve insanların artık bunların hiçbirinden vazgeçmeye niyetli olmadıklarını düşündürdü bana. Solun bölünmesinin, bölünmekle kalmayıp kendi içinde cepheleşmesinin, özüne yabancılaşmasının nedeninin, emeğin mağduriyetini mutlaklaştırıp diğer mağduriyetleri ikincil sayması, mağdurların ve mazlumların çeşitlenen taleplerini eşdeğer tutmaması; emek-sermaye çelişkisini kapitalizmin bugünkü evresinde yeniden tanımlamakta ve diğer tüm çelişkilerle birlikte ele almakta zaaf göstermesi olduğunu düşündüm. Başka bir deyişle, 1970’lerde söylediğimiz “İşçiden, işçiden yana esiyor yel” türküsünün günümüz dünya ve Türkiye koşullarında artık yetersiz kaldığını, yelin özgürlükler yönünden ve bütün mağduriyetlerden yana estiğini tam kavrayamadığımızı fark ettim. 1 Mayıs 2011’de Taksim’de taze bir yel esiyordu ve bu yel hepimizi önüne katıp 21. yüzyılın yeni değerlerine, yeni devrimlerine doğru sürükleyeceğe benziyordu.
Bir umut doğdu içimde: bunca örselenmişliğe rağmen tıkanmayan, kurumayan emek damarımızda dolaşan ortak duygunun bizleri yeni bir birlikteliğe taşıyabileceği umudu... Şu güç olacağa benzeyen günlerde umut umutsuzluktan, ortak noktalarda buluşmak düşmanlaşıp didişmekten daha iyi değil mi?