Zor ve dumanı üstünde bir konu, biliyorum; ama bu konuya, hele de şimdi girmemek, kaçaklık olacak. Yazdıklarımız kadar yazmadıklarımızdan, konuştuklarımız kadar sustuklarımızdan da sorumlu olduğumuza inanırım ben. Üstelik, her yıl 24 Nisan’a doğru siyasiler başta, bütün halkta travmalar yaratan “Ermeni sorunu”, tek başına bir konu değil; Türkiye insanının psikolojisinin, korkularının, kendine duyduğu aşırı güvenin ardındaki güvensizliğin, gerçeklerle yüzleşmekten kaçınmasının, “devletlu”ların bunca yıldır kafalarımıza, yüreklerimize işledikleri “Herkes bize düşman, Türkün Türkten başta dostu yoktur, vatanı bölmek istiyorlar, vb.” propagandasının yaraladığı ruhumuzun da bir aynası.
Önce hoşumuza gitmeyecek birkaç hatırlatma; Ermeni iddialarından değil Osmanlı - Türk resmi belgelerinden:
Birinci Dünya Savaşı sırasında, 1915’te Anadolu Ermenileri tehcire yani zorunlu göçe uğratıldı. Osmanlı topraklarını Türkleştirme siyaseti güden İttihat Terakki yönetimi Anadolu’yu Ermeni nüfustan arındırma kararı almıştı. Evet, aynı dönemde İngilizlerin ya da Rusların kışkırttığı Ermeni isyanları vardı; evet, kargaşa içindeki toplumda Ermeni çeteciler dehşet saçıyorlardı. Bırakın Anadolu’yu, İstanbul’un burnunun dibindeki Küçükyalı’daki çiftliklerinde, benim baba tarafımın bütün erkekleri, anasının karnındaki bir oğlan bebek hariç, Ermeni çeteciler tarafından katledilmişlerdir mesela. Evet, Müslüman köylerine saldırmış, buradaki insanları öldürmüşlerdi; karşılığında da Ermeni mahalleleri, Ermeni yerleşimleri basılmış, kiliseleri yakılmış, insanlar öldürülmüştü.
Bunların hepsi doğru, ama bir başka doğru daha var: Dönemin resmi kaynaklarında 1914’te 15 milyon olarak gösterilen toplam Osmanlı teba’sının yine aynı resmi kaynaklara göre yüzde 10 civarı Ermeni teba’ydı, yani Türklerle, Kürtlerle, Lazlarla, diğerleriyle birlikte yaşayan sıradan, masum halktı, ne çeteciydi, ne işbirlikçi.
Tehcir kararı, yine resmi rakamlara göre 924 bin Ermeni’yi kapsıyordu. Ve bu göçertme, mesela Trabzon’dan, Sivas’tan, İzmit’ten, Elazığ’dan, ülkenin bir ucundan Halep’e, Şam’a, Osmanlı ülkesinin en uzak köşelerine yöneliyordu. Bu halk; yerinden, yurdundan, toprağından kopartılmakla kalmadı, tehcir sırasında resmi rakamlara göre 600-700 bin, Ermeni iddialarına göre 1 milyonun üstünde Ermeni nüfus yollarda öldü veya vahşi şekilde öldürüldü. Şimdi “bizim” dediğimiz ve uğruna nice kanlar döktüğümüz bu toprakların, Türklerden daha eski sakinleri olan halklarından biri yok edildi. Kaçabilenler, veya İstanbul gibi bazı merkezlerde tehcirden muaf tutulanlar Türkiye dışına, Avrupa’ya, Amerika’ya dağıldılar, bir bölümü de bugünkü Ermenistana yerleşti. Bu gün Türkiye’de sadece 50 bin civarı Ermeni yurttaşımız yaşıyor.
Sürülenlerin ve öldürülenlerin geride kalan mallarına devlet veya yerel güçler, yerel çeteler tarafından el kondu. Bir gün topraklarımıza döneriz umuduyla kaçarken gömüp sakladıkları servetleri, metrukeleri Türk teba’nın, yerel muktedirlerin eline geçti. İttihat Terakki’nin sonra da Cumhuriyetin, sermayenin Türkleştirilip millileştirilmesi siyasetine katkı sağladı.
Kim haklı, kim haksız; soykırım mı, büyük felaket mi, tehcir mi; olaylara ne ad vermeli? ABD Temsilciler Meclisi Dışişleri Komitesi’nde soykırım tasarısı tartışılırken, bu soruların yüzyıl önce yaşanmış o insani dram, yüzbinleri yok eden katliam karşısında ne kadar abes, ne kadar anlamsız olduğunu düşündüm. Yüz binlerce değil yüz milyonlarca insanın ölümünden sorumlu silah tekellerinin Türkiye’nin boykotundan korkup tasarının reddi doğrultusundaki çabalarını, red yönünde fikir belirtenlerin tümünün, soykırım kabul ettikleri halde, aman Türkiye’yi kızdırırsak çıkarlarımıza zarar gelir nutukları atmalarını, insanın acılarını hiçe sayan bütün siyasal hesapları, uluslararası hukuk manevralarını yüreğim kaldırmadı. Vicdanıma, hepimizin vicdanına sığınıyorum şimdi. Tepkilerinizi şimdiden duyar, okur gibiyim. Öfkelenmeden, tepki vermeden önce ne olur bir an durup düşünün, bir acaba diye sorun kendinize, en iyisi bırakın kafanızı, yüreğinize danışın diyorum.
Bizler, bu topraklar üzerinde, yüz yıl önce işlenmiş bu suçu çok geç, çok yeni öğrenmeye başladık.
Tarihimizin pek çok acı olayı gibi bu konuda da gerçekler bizlerden saklandı. Devlet refleksi haline gelmiş inkâr politikası ile, önceleri olaylar tümden reddedildi, sonra değişen dünya koşullarında artık inkâr edilemez hale gelince, “Karşılıklı birşeyler olmuş işte, savaş vardı, tehcir zorunluydu, Ermeni iddiaları abartık, tarihi tarihçilere havale edelim” noktasına kadar gelindi. Başka olaylarda da olduğu gibi suskunluk, unutturma ve yalan üzerine kurulmuş bir tarih inşa edildi. Sevgili Hrant gözümüzü açmaya başlamıştı ki, tam da bu nedenle, İttihat Terakkicilerin, Talat paşaların, o devlet refleksinin bugünlere gelen uzantılarınca katledildi.
Peki bu karanlık kesiti Ermeniler nasıl yaşadılar? Bugünlere nasıl geldiler? Mağduriyet duygularının bilediği öfkeleri, intikam duyguları, ya da kin ve öfke gütmeyen, sevgili Hrant gibi “güvercin tedirginliği” içinde yaşayan Ermeni vatandaşlarımızın acıları, güvensizlikleri”, korkuları nasıl kuşaklar boyu uyanık kaldı? Biz ne kadar anlayabildik onları, kendimizi ne kadar onların yerine koyabildik?
Yurtlarından sökülüp atılmış, telef edilmiş, sağ kalanları dünyaya dağılmış bu halk; ulusal kimliğini, bu gün tartışmalara konu olan “soykırım” sözcüğüyle değil, “büyük felaket” diye andığı bu olay üzerine inşa etti. Hrant’ın, onu önce hapse sonra da ölüme mahkum eden o ünlü yazısında söylediği gibi, bu olayın yarattığı travma onların da “kanlarını zehirledi.” Bir halk böyle bir yurtsuzlaşma, böyle bir kırım yaşamışsa, kuşaklar boyu taşır onu içinde. Yüreğine iyi gelecek birşeyler; unutamadığı, kimliğini ve birliğini üzerine kurduğu için unutmak da istemediği, sürekli kaşıyıp açık tuttuğu yarasına merhem ister. Halklar da insanlara benzer çünkü.
Utanç duyarak yazıyorum. Yazıyorum, çünkü aslında bizim ayıbımız, bizim günahımız olmayan bu utançla yüzleşmemizi istiyorum: “Madem ki Ermenisin herkese vermelisin”, “Ermeni dölü”, “Ermeni piçi” gibi laflar hiçbirimize yabancı değil, kullanmayanımız da en azından çevresinden duymuştur. Halkımızın temsilcisi olarak Meclis’e girmiş bir kadın milletvekili Cumhurbaşkanı Gül için, “onun annesine bakmak lazım” diyebilmişti ve Cumhurbaşkanı da annesinin Ermeni olmadığını, öz be öz Türk olduğunu açıklayarak hakaret davası açabilmişti. İnsanlar analarının, akrabalarının Ermeni olduğunu bir utanç gibi sakladılar bu ülkede, hatta kendileri bile uzun zaman Ermeni olduklarını bilmediler.
ABD Temsilciler Meclisi’nde soykırım kararı tek oy farkıyla kabul edildikten sonra kararı protesto eden Türkiye’nin açıklamasında “Türk ulusunun işlemediği bir suçtan” mahkum edilmesi çok sert kınanıyor. Çok doğru, o suçu “ulus” işlemedi; yüzyıl önce, uluslaşma adına, dönemin muktedirleri tarafından işlendi o suç. Yüz yıl boyunca da, ulus adına konuşanların, muktedirlerin hiçbiri ulusu bu suçtan ve ithamdan kurtaracak bir adım atmadı. Cumhuriyet, kültürel mirasından yaşam biçimine kadar her şeyini reddettiği Osmanlı’nın bu suçuna sahip çıktı nedense. “Biz bu mezalimi, Ermeni halkının uğratıldığı büyük felaketi lanetliyoruz. Acılarınızı anlıyoruz, yüzyıl önce işlenmiş bu suçu üstlenmesek de, biraz olsun hafifletecekse eğer yüreğinizdeki yükü, özür diliyoruz” demedi, diyemedi. Diyemediği için de ulusu, bizleri, hepimizi töhmet altında bıraktı.
Bıktım artık, her yıl bu zamanlar bilmem hangi devletin bilmem hangi meclisi Ermeni meselesinde ne karar verecek diye, yürek çarpıntıları yaşamaktan. Hiç umurum değil olaya ne ad verileceği, çünkü verilecek ad tarihin gerçeklerini değiştiremeyecek; soykırım dendi veya denmedi diye yaşananlar yaşanmamış olmayacak. İster vatandaşımız olsun, bu topraklar üzerinde yaşasın, ister dünyanın başka bir yerinde; Ermenilerin yüreklerine iyi gelecek, bizim de hem yüreğimizi hafifletecek hem de suçluluk duygusundan kurtulmamızı sağlayacak bir yüzleşmeye ihtiyacımız var. Yoksa Ermenisiyle, Türküyle, Kürdüyle yüzbinlerce, milyonlarca ölü, bırakın toprağa tarihe bile gömülemeden kalacak. Ve bizler, daha kuşaklar boyu onların hayaletleriyle boğuşacağız. Ermenilere de bizlere de yazık olacak.
Yaralar üstleri örtülüp cerahatlenmeye bırakılarak değil, acı pahasına deşilip temizlenerek iyileşir. Uluslar, milletler, halklar; tarihleriyle yüzleşmeleri engellenerek, unutarak-unutturularak değil, geçmişlerini acısıyla tatlısıyla, zaferiyle yenilgisiyle, günahıyla sevabıyla öğrenip, yüzleşip hesaplaşarak güçlenir; saygınlık kazanır. Türklerin de Ermenilerin de buna şiddetle ihtiyaçları var.
Ve yollar sanıldığı kadar tıkalı değil; Temsilciler Meclisi’nde lobicilik yapmaya, Obama’ya “soykırım deme haa, yoksa senin çıkarların uğruna savaşmam” diye sopa sallamaya gösterilen gayret ve “ulusal mutabakat” Ermenistanla ilişkilerin normalleştirilmesi için; Ermeni yurttaşlarımızın gaspedilmiş haklarının verilmesi için, kin ve nefret öylemleriyle hesaplaşılıp dostluk köprüleri kurulması ve iki halkın kucaklaşması için gösterilmiş olsa, yaşanan acıları kim nasıl adlandıracak diye bu kadar telaşlanmaya gerek kalmaz.