Yazının başlığı “Karamsarlıktan Umutsuzluğa” olacaktı; şu günlerde çoğumuzun paylaştığı ruh haline değinecek, içimi dökecek, zehrimi akıtacak, yüreğimdeki yükü, yüreklerinizi karartma pahasına sizlerle paylaşacaktım. Sabah sabah gelen telefonda, ellisini aşmış altmışlara yürüyen bir arkadaşım, “Yoksa biz yanlış ülkeye mi yatırım yaptık?” diye soruyordu buruk bir sesle; “Bugüne kadar hiç böyle düşünmemiştim, ama artık umutsuzum,” diyordu. Yıllardır bu ülkeye yatırım yapanlardandı gerçekten. Yatırım derken; sözcüğü şimdilerde anlaşıldığı tek biçimiyle, yani bir işe para yatırıp kâr etmek olarak değil, daha iyi, daha güzel bir ülke yaratmak için bütün hayatını vermek olarak kullanıyordu.
Evet; 68’liler, 78’liler daha iyi bir dünya, daha aydınlık bir Türkiye için yatırım yaptılar, en değerli sermayelerini: gençliklerini, geleceklerini, yaşamlarını yatırdılar bu ülkeye. Kimse zorlamamıştı onları, kişisel beklentileri yoktu, yaşamları pek ucuzdu, umdukları tek kâr biraz daha özgürlük, biraz daha adalet ve eşitlik, halkların kardeşliği, barış ve demokrasiydi. Bütün bunların adı, o büyülü sözcük: DEVRİM’di.
Yapıp ettiklerinin yanlış bir yatırım olduğunu; bu ülkenin, bu halkın böyle bir yatırımı (siz, kendini vakfetmeyi anlayın) hak etmediğini, en zor dönemlerde işkence altında, zindanlarda, sürgünlerde, korku dolu günlerde gecelerde, işten atılıp aç kaldıklarında veya profesyonel devrimcilik uğruna eğitimlerini yarıda kesip de mesleksiz, işsiz ortada kaldıklarında, sevgililerinden ayrılıp aileleri parçalandığında, çocuklarını yitirdiklerinde, kör kurşunlara hedef olduklarında, yoldaşlarınca arkadan hançerlendiklerinde veya “devrimin yüce çıkarları” uğruna kendileri de kendi yoldaşlarına, arkadaşlarına ihanet ettiklerinde hiç düşünmediler. Bu ülkeye yaptıları o büyük ve benzersiz yatırımı analarının ak sütü gibi helal ettiler...
Kendimi de bir köşesinden, bir kıyısından içinde saydığım 68’liler ve 78’liler, bugünden, yani 21. yüzyılda dünyanın ve Türkiye’nin geldiği noktadan bugünkü kafalarımızla bakıldığında, evet; hatalar da yaptık. Hatta bence çok hata yaptık. Değerinden hiçbir şey yitirmemiş büyük ütopyamıza doğru yürürken, o ütopyanın özüne yabancı yol ve yöntemler kullandık, amaç aracı haklı kılar sandık. Yanıldık. Tarihin ve yaşamın gerçeklerinin tokadını biraz da bu yüzden yedik. Yenilginin acısını da yaşadık zaferlerin mutluluğunu da, ama hiçbir zaman “yanlış bir ülkeye mi yatırım yaptık?” sorusunu sormadık, çünkü yenilgilerimizin ezikliği, mücadelemizin yorgunluğu, hedefe yaklaşamamanın bezginliği umutsuzluğa dönüşmemişti.
Ve bakın şimdi, bu soruyu soruyoruz. Biraz da kendimizden utanarak...
Bu noktaya nasıl geldik? Kafa karışıklığını, alternatifsizliği, umutsuzluğu nasıl damla damla biriktirdik? Bu satırların yazıldığı saatlerde, iktidar partisinin 12 Eylül darbe anayasasının değiştirilmesine yönelik tasarısı tartışılıyordu. Umutsuzluğuma bir damla daha ekledim, konuyu tartışan siyasal zevatı ekranlarda gördüğümde. Bu kadar önemli bir konuda fikir belirtecekleri, beğenmiyorlarsa değişiklik isteyecekleri, o değişikliklearin yapılması için çaba gösterecekleri yerde, peşinen ve hiç tartışmadan “Çay içer giderler”, veya “Bu meclis anayasa değiştiremez, görüşecek bir şey yok” deme sorumsuzluğundaki “Hayır’da hayır vardır” cephesi üyesi sözde muhalefet partilerinin anlı şanlı sözcülerini...TV ekranlarında boy göstertilen, hayatları gidip bayatları kalmışsa da 12 Eylül faşist mezalimini ateşli şekilde savunan, “Evren 90 yaşında, ah nasıl yargılanır, zaten vatan için yapmıştı herşeyi” diyenleri... İbretle ve umutsuzluğumu kabartarak izliyorum, hâlâ 80 yıl öncesinde kalmış vesayetçiliği, darbeciliği savunan; asker-sivil devlet oligarşisini halkın iradesinin üstünde sayan, siyaset yapmayı iktidara ulaşmak için demokrasiyi katletmek olarak kavrayan siyaset bezirgânlarını...
Bir umut lazım bize. Sarılacak, alternatif olacak bir güç. Bizi bu umutsuzluğa sevkedenlerin tümüne, “Yeter! Umudumuza saldırmayın. Çözümü çözümüzlükte arayan kendi miskin hesaplarınıza, kendi ufiuksuzluğunuza, köhnemişliğinize kurban etmeyin bu ülkenin ve hepimizin geleceğini!” diye haykıracak bir güç.
Eski bir filmde, nükleer bir savaşta tek bir canlı kalmamışçasına yok edilen dünyanın bir yerinde, “Hâlâ bir umut var kardeşim” yazılı bir pankart rüzgârda sallanıp durur. Biz de bir pankart asalım: “Bu ülke, bu halk, umuda bir yatırım yapsın, hâlâ umut var kardeşlerim” diye.
Ve o umudu; böyle cephelere bölünüp birbirimize düşmeden, üç maymun aymazlığıyla, elimize tutuşturulmuş tahta kılıçlar ve ezberletilmiş kof sloganlarla, yaratılmış düşmanlara karşı saldırıya geçmeden, “kim, neden söylüyor” yerine “söylenen doğru mu?” diye sorarak ve doğru gördüğümüzü destekleyerek yaratmaya, büyütmeye çalışalım.
Biliyorum: Bu yazı biraz soyut oldu, belki biraz da edebi. Okurlar takır tukur kuru siyaset istiyor bazen. Üzerlerinde tepinecekleri veya alkışlayacakları somut sözler, köşeli öneriler. İzin verin, bu defa böyle olsun. Sizler düşünün biraz, umudu nasıl inşa edebiliriz diye. Ben de daha somut şeyler söylemeye çalışırım ilerdeki yazılarda.