“Günler ne zaman kolaydı ki!” dediğinizi duyar gibiyim. Kendimi bildim bileli, çok kısa süren barışçı, coşkulu, umutlu aradönemler dışında hep güç günler yaşadık bu ülkede. Birey olarak yaşadığımız sıkıntılardan, huzursuzluklardan, yoksunluklardan söz etmiyorum. Bu yazı, son seçim sonuçları üzerine de değil, “Güç günlere doğru” derken daha derin, daha ciddi güçlüklerden, çözümü zor görünen çelişkilerden, sorunlardan söz ediyorum. Üstelik sadece ülke çapında değil, bölge çapında sorunlar söz konusu.
Dünyanın, epeyce uzun süreceği anlaşılan bir değişim ve yeniden yapılanma sürecine girdiği, bu sürecin özellikle bölgemizde çetin ve çatışmalı aşamalardanr geçeceğinin belli olduğu, sorunların ulusal çözümlerinin bölgesel çözümlerle her zamankinden daha fazla iç içe geçtiği bir dönemdeyiz. Böyle bir dönemde Türkiye, oldukça sert bir toplumsal değişim ve dönüşüm geçiriyor. Toplumun temelleri, tıpkı deprem öncesinde olduğu gibi on yıllardır biriken enerjinin zorlamasıyla sarsılıyor; üstündeki siyasal, ideolojik, kültürel, sosyolojik yapıları sallıyor, yer yer yıkıyor. Aslında daha yumuşak, mesela 4-5 şiddetinde yaşanabilecek bu toplumsal-tarihsel depremin şiddeti, özellikle de son elli yıldır toplumun kabuğunu çatlatmasının önüne koyulan engeller yüzünden (Sünni-Türk milliyetçiliğinin ideolojik hegemonyası, baskı, vesayet, darbe, inanç ve düşünce özgürlüğünün kısıtlanması, vb.) artıyor. Yumuşak geçiş imkânı zayıflıyor.
Fazla mı kötümserim bilmem ama, bugün Türkiye’de siyaset alanında ister sağda, ister solda, ister merkezde konuşlansın, kendini ister ulusalcı, ister laik, ister Müslüman muhafazakâr, ister liberal, ister sosyalist, komünist olarak tanımlasın, hiçbir siyasal odak veya yapı bu büyük değişim döneminin sorunlarını 21. yüzyılın gerektirdiği ufuk genişliğiyle, insan odaklı olarak ve uzlaşmayla çözmeye aday görünmüyor bana.
Seçimlerin hemen ardından, önümüzdeki günlerde siyaseti ve ülkenin geleceğini belirlemeye aday iki ana akımın AKP ve BDP olduğu seçim sonuçlarıyla bir kez daha kanıtlandı. Ülke gündeminin ilk ve en önemli maddesinin yeni anayasa ve Kürt sorunu olacağı da ortada. İki konu, iki sorun, gündemin iki maddesi demiyorum, çünkü anayasaya hakim olacak ruhu, anayasının özünü Kürt sorununa nasıl yaklaşıldığı, çözüm anahtarının nerede görüldüğü, bu ülkede barışı, özgürlükleri, çoğulculuğu, halkların demokratik bir Türkiye’de birlik içindeki özerkliğini sağlayabilecek o sihirli sözcük ve cümlelerin neler olacağı belirleyecek. Etnik kör: yani hiçbir milliyetçi çağrışım içermeyen, artık iflas etmiş olan “Türklük” zorlamasından arınmış Türkiyelilik ve eşit yurttaşlık temelinde bir anayasa nasıl yapılacak? İdeolojik kör: yani hiçbir ideolojik dayatma taşımayan böylelikle de en geniş düşünce ve inanç özgürlüğünü güvence altına alırken, kültürel çoğulculuğu sağlayacak bir anayasa nasıl mümkün olacak? 21. yüzyıl başında değişim dalgalarına kapılmış, kabuğunu çatlatmış ve artık yüz yıl öncesinin, seksen yıl öncesinin, hatta otuz yıl öncesinin dar giysileri içinde bunalan Türkiye toplumu, bu yaşlı devleti ve onun Türk milliyetçiliğine dayalı ideolojik hegemonyasını kıracak özgürlükçü bir anayasaya nasıl kavuşacak? Başka türlü söylersek, devleti koruma odaklı yasakçı anayasadan bireyin devlet ve tüm otoriteler karşısında korunmasına odaklı, devletin değil yurttaşın efendi olacağı özgürlükçü bir anayasaya nasıl geçilecek? Bu soruların cevabı da yine Kürt sorununa yaklaşımda gizli. “Devletin ve milletin bölünmez bütünlüğü” yerine, yurttaş olarak bireyin hakları, özgürlükleri ve esenliğini ikame etmiş bir anayasa, ancak Kürt sorununda atılacak ileri adımlarla inşa edilebilir gibi geliyor bana.
İşte, “güç günlere doğru gidiyoruz” dememin, gamlı baykuşluk yapmamın nedeni tam da bu. Ülkemize ve tek tek hepimize barışın, huzurun, geleceğe güven ve umudun gelebilmesi için bu sorunun çözümü gerekiyor. Ancak başta seçimlerin tartışmasız galibi AKP ve yine tartışmasız bölgesel gücü BDP olmak üzere, mevcut siyasal aktörlerin sorunun çözümü için yeterince hazır, kararlı ve istekli olmadıklarını düşünüyorum. Bundan iki yıl önce Kürt açılımı projesini izleyen günlerde çözümü engelleyen bütün etmenler bugün katlanmış katmerlenmiş olarak çözümün önünde duruyor.
Tek tek gözden geçirecek olursak, MHP’nin “Ne mozayiği ulan, mermer!” sözünde ifadesini bulan Sünni - Türk milliyetçiliği yumuşamak bir yana, partinin varlık nedeni olarak pekişmiş ve toplumun yüzde 15 civarı bir kesimine oturmuş durumda. CHP’nin önümüzdeki günlerde ne olacağı, nereye gideceği belli değil. Kılıçdaroğlu’nun CHP’sinin, seçimlere beş kala miting meydanlarına acele yetiştirilmiş izlenimi veren geçmişten biraz farklı söyleminin parti içinde yarattığı ve yaratacağı sarsıntı, Kürt meselesinde gidebileceği sınırları daralttığı gibi, güçlü ve kararlı bir duruşu da engelliyor.
Seçimlerden iktidarını pekiştirmiş olarak çıkan, bu durum ve konumuyla da çözümün anahtarını elinde bulunduran AKP’nin bu anahtarı nasıl kullanacağı konusunda ise kimilerinin iyimserliğine katılamıyorum. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın konuya bakışı bir yana, iki aydır miting meydanlarında söylediği sözleri, Kürt hareketine yağıp gürlemesini, daha önce duymadığımız düzeydeki öfkeli ve suçlayıcı çıkışlarını, kimileri gibi “Canım, bu sözler MHP’den oy koparmak içindi, seçim nutuklarıydı, hele bir iktidar olsun, sorunu çözecek” diyerek hafife almıyorum, hayra yormuyorum. Bunca yıldır ülkeyi kana bulamış, bunca cana mal olmuş, insanlarımızın arasına kama sokmuş, toplumsal dokuyu tahrip etmiş ve etmeye devam eden Türkiye’nin bu en önemli sorunu birkaç bin oy, birkaç milletvekilliği için bu kadar riske atılıyorsa, soruna ve konuya gerçekten sahip çıkılmamış demektir. Hele de duyduğumda kulaklarıma inanamadığım, kanımı donduran, mideme kramplar saplayan o söz: Devlet Bahçeli’yle polemik yaparken, -beğenin beğenmeyin, katılın katılmayın- Kürt halkının lider bellediği, “iradesi irademizdir” dediği Öcalan hakkında “Neden asmadınız? Ben olsam asardım” demesi , sorunun ve konunun psikolojik ve vicdani - insani yanını, Kürt halkının duygularını, değerlerini ve kutsallarını hiçe saydığının bir göstergesidir ki, inanın bir sürü olumsuz siyasal gelişmeden çok daha vahimdir. Artık hükümet olmaktan iktidar olmaya ulaşmış, yani vesayet gibi, darbe gibi, elimi tutuyorlar gibi bahanesi kalmamış olan Erdoğan’ın kendi geleneğinden devraldığı miras; milliyetçiliği, otoriter yönetim ve devlet anlayışı, muhafazakârlığı bana yeni anayasanın ruhunu, özünü oluşturacak Kürt sorununda cesur adımlar atacağı umudu ve inancı vermiyor. “Yaptıklarımız yapacaklarımızın teminatıdır” diye övünen Başbakan’ın en azında seçim dönemindeki sözleri, bundan böyle söyleyeceklerinin ve yapacaklarının da aynası olacak gibi geliyor bana.
Kürt siyasal hareketine, yani çözümün eşit ağırlık ve değerdeki aktörüne gelince; iki yıl önce çözümün ve barışın dilini kullanmaya daha fazla önem verirken, giderek radikalleştiği, ezilen ulus milliyetçiliğini çözüm anahtarı olarak değil zaman zaman şiddeti meşrulaştırıcı bir tehdit unsuru gibi kullandığı, inceldiği yerden kopsun havasına girdiği gözleniyor. Kürt halkının onlarca yılın birikimi olan haklı tepkisini, öfkesini, acısını, isyanını anlarken, özellikle seçim öncesindeki dilinin, yeni anayasa için masaya oturmayı, uzlaşmaya doğru adım atmayı kolaylaştırıcı bir dil olmadığını düşünüyorum. “Ben olsam asardım” zihniyeti ve pervasızlığı karşısında Kürt siyasal hareketinden intikam ve tehdit dilini değil haklılıktan doğan barış dilini kullanmasını talep etmek bir başka haksızlık belki. Ama yaşadığımız ve yaşayacağımız şu çok hassas, çok kritik günlerde yapıcı politika ve yapıcı dil üretmenin sorumluluğu Kürt siyasetine düşüyor. Dilin mutlak gücüne inanırım. Dil kavga da çıkarır, uzlaşma da sağlar. Aynı talepleri, karşıdakinin bam teline basarak, yarayı deşerek, tepki yaratarak dile getirmek de mümkündür, haklının ve güçlünün kararlı barış diliyle konuşup anlatmak, ikna etmek de mümkündür. Ve bu dil, barışı gerçekten isteyenlerin nezdinde, intikam söylem ve eylemlerinden, misilleme diye patlatılan mayınlardan, atılan kurşunlardan çok daha etkili, saygın ve ikna edicidir. 12 Haziran’da, sadece Kürtlerin değil hepimizin, Türkiye’nin barış ve özgürlük isteyen insanlarının da oylarıyla seçim zaferi kazanmış BDP’nin bağcı dövmeye değil üzüm yemeğe, güç gösterisine ve şiddete değil çözüme doğru yürümeye odaklı bir siyasete yöneleceğini umut etmek istiyorum.
İnşallah yanılırım ama dilimin döndüğü, aklımın yettiğince anlatmaya çalıştığım bu nedenlerle önümüzdeki günlerin hiç de kolay olmayacağını, yeni ve daha şiddetli fırtınalarla karşılaşacağımızı düşünüyorum.
Bu ülkeye, iktidarları, siyasal hareketleri, partileri, sağı, solu, Türkü, Kürdü, bildiğimiz ve esiri olduğumuz bütün kalıpları ve ezberleri aşacak bir vicdan hareketi gerekiyor.