Yıl 1966. İktidarda Demirel’in Adalet Partisi. 6 Mayıs’ı 7 Mayıs’a bağlayan gece, saat 1.30’da İçişleri Bakanı Faruk Sükan’ın Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne soktuğu polisler, Adalet Partisi milletvekilleri dışındaki: Türkiye İşçi Partili, CHP’li bütün milletvekili ve senatörlerin odalarına baskın düzenleyerek didik didik aradılar. Sonradan yapılan açıklamaya göre, TBMM’de, NATO’ya ve Adalet Partisi’ne karşı yasa dışı bildiriler çoğaltıldığı ihbarı alınmıştı.
Olay vahimdi. Ne Meclis güvenliği, ne milletvekili dokunulmazlığı umurlarındaydı. Ertesi gün Meclis’e gelen ana muhalefet lideri İsmet İnönü’nün “Eşkıyanın bu gece ne yapacağı belli olmaz” sözleri o günlerden kalmadır. Neredeyse 50 yıl sonra, değişen bir şey yok. İşlerin vardığı noktada, o günlerin eşkıyasına can kurban diyecek haldeyiz.
Koza-İpek grubu neden kayyuma devredildi?
Sorunun cevabını herkes biliyor. Seçimler öncesinde muhalif medyanın, hele de Cemaat medyasının susturulması gerekiyordu. Grubun televizyon kanallarının Digitürk’ten, Türksat’tan çıkarılması yeterli değildi. Televizyonlar internet üzerinden yayın yapabiliyorlar, yöneticileri utuklanmış da olsa gazeteler yayınlarını sürdürüyorlardı. Demokratik ardamarları çatlamış pervasızlar için kesin çözüm kolaydı: Holding’in bütün şirketlerini kayyuma devredip başlarına adamlarınızı getirdiniz mi, artık başınız ağrımaz, Sayın Muhtarbaşı’nın (pardon Cumhurbaşkanı’nın) özlenen halifeliğine giden yoldaki engeller birer birer aşılırdı.
Ancak, bir holdinge savcının talebi ve bir hakimin yazısıyla el konmasının amacı ve anlamı bence muhalif medyayı susturmakla sınırlı değil. Bu amacı ve bu rezilliği aşan bir durumla karşı karşıyayız. Erdoğan iktidarı, “Biz bu kadar pervasızız; ne hukuk, ne adalet ve de ne mülkiyet umurumuzda. Önümüze çıkanı ezer geçeriz, herkese ibret olsun” diyor. Koza-İpek örneğinde, “sırada biat etmeyen, bizden olmayan herkes, her kesim, diğer bütün sermaye grupları var”, mesajı veriliyor.
Bu ülkede çok karanlık dönemler yaşandı, çok zulüm, çok baskı, ganî kanunsuzluk, adaletsizlik görüldü. Askerî darbe dönemlerinde, olağanüstü hal bölgelerinde, mahkemelerde baskının, kanunsuzluğun, zalimliğin, mağduriyetin çeşidini yaşadık. Şu günlerde şahit olduğumuz keyfîlik, yürütmenin yargının tek adam ve uydularının elinde oyuncak olması, “eşkıyanın bu gece ne yapacağının belli olmaması” hali, daha önce yaşadıklarımıza pek benzemiyor. Siyasal değil psikopatik bir durumla karşı karşıyayız. Bu yüzden toplum olup bitenlere ne tepki vereceğini de bilemiyor çoğu zaman. Bir cinnet ortamında debeleniyoruz.
Kapitalist düzende sermayeye dokunmak…
Bana sorarsanız, bunca yılın sosyalisti, antikapitalisti olarak sermayenin canı cehenneme derim. İster paralel ister taralel olsun, sermayenin artıdeğer sömürüsüyle, yani işçinin emekçinin alınteriyle semirdiğini bilirim. Fıtratında vardır bu. Ne var ki, üretim araçlarının özel mülkiyetini kaldıran, sermaye sınıflarının iktidarına son veren bir devrim falan olmadı bu ülkede. 21. Yüzyılda; zihniyet, uygulama, sosyal politika anlayışı, doğa ve insan değerleri açısından 18.-19. yüzyıl kapitalizmini yaşıyoruz. İslamcı neoliberalizmin altı kaval üstü şişhane ortamında, yasalı kurallı, emekçi kitlelerin haklarını örgütleriyle savunabileceği, emeğin sağlam iş yasalarıyla korunduğu bir kapitalizme fit olacak hale geldik.
Koza-İpek holdingin başına gelenler; siyasî ve ekonomik iktidarını mutlaklaştırmak uğruna her şeyi göze almış, vahşi, çağdışı bir sermaye iktidarının (Erdoğan AKP’sinin) sermaye düzenine saldırısıdır. Ve bu saldırı kuşkusuz İpek-Koza holdingle sınırlı kalmayacaktır. Ömürleri yeterse, sırada başka grupların, başka çevrelerin olduğu apaçıktır. Tabii boyun eğilir ve olanak tanınırsa…
Kapitalizm; insan haklarına, insan yaşamına, doğaya, hayata tecavüze cevaz verir, gözyumar ama iş sermayeye tecavüze gelince, orada dur, cızzzzzz! der. Bu düzende cami duvarına işemekten beterdir sermayenin duvarına işemek.
Nitekim, bu düzenin kurallarından biraz haberdar olan, bu gidişatı nereye vardıracağını az buçuk hesaplayan Babacan’ın dili dolaşıyordu olup biteni açıklamaya çalışırken. Davutoğlu zavallısı ise, yargıya saygıdan, haktan hukuktan söz ederken saçmalıyor, kendisi bile inanmıyordu söylediklerine.
Kapitalizmi savunmak bana düşmez ama herkes bilsin ki dandik ve kırılgan Türkiye kapitalizmi olup bitenleri taşıyamaz. Yıkılsın, bana ne! Ama yıkılırken sadece bunları götürmekle kalmaz, bunca çalkantı arasında hepimizi sürükler.