Çok ağırıma giden iki şey olmasaydı, günlerdir, haftalardır içinde debelendiğimiz Anayasa değişiklikleri konusuna hiç girmeyecektim. Meclis’teki Anayasa değişikliği oturumlarını bazen utanarak, bazen öfkelenerek, çoğunlukla da kavgaların, atışmaların ilkelliğine, saygısızlığına, sorumsuzluğuna isyan ederek izledim. Hayır; bu ülke buna müstahak değil, bu ülkenin halkları bunlara mecbur değil, diye düşündüm.
Biliyorum; toplumsal yapılar sert bir değişim-dönüşüm sürecine girdiklerinde, eskiyle yeni, statükoyla gelecek umudu karşı karşıya gelip çatıştığında toz duman fazla olur. Böyle dönemlerde umutla umutsuzluk, doğru ile yanlış birbirine girer, siyasal-toplumsal-ahlaki değerler sarsılır, sapla saman birbirine karışır. Böyle dönemlerde toplumdaki cepheler belirginleşir, pekişir; uzlaşmanın yerini çatışma alır. Türkiye de böyle bir dönemden geçiyor ve anlaşılan o ki, bu dönem epeyce uzun sürecek. Uzun sürecek; çünkü bu ülkenin siyasi sınıfları uzlaşma ve demokrasi kültüründen yoksunlar. Kimsenin üzüm yemek gibi bir derdi yok, herkes bağcı dövmek istiyor. Demokrasi, hak, hukuk, adalet, insan hakları, barış, özgürlük; her kesimin sadece kendisine yonttuğu, sadece kendisi için istediği “iyilikler”. Herkes kendine Müslüman.
Hükümet bir Anayasa değişikliği paketi getirdi. 12 Eylül askeri cunta anayasasının bazı maddeleri değiştiriliyor. Evet; öncelikle AKP’nin ihtiyaçlarına cevap veren, AKP’nin derdine derman olması beklenen değişiklikler. Evet; bir darbe anayasasının a’dan z’ye değişmesi gerekirken, rötuşlarla, kısmi düzeltmelerle, makyajla yetinen değişiklikler. Evet; eksikleri, yeterizlikleri çok, anayasacıların belirttiklerine göre yanlışları da var. Evet; Türk, Kürt, Alevi, azınlık bütün yurttaşlar olarak, hak ettiğimiz kadar demokratik, eşitlikçi, özgürlükçü değil. Ama elinizi vicdanınıza koyup da söyleyin; bir an için bu değişiklik paketini AKP’nin değil de mesela CHP’nin getirdiğini farz edin. Yapılan veya önerilen değişikliklerin halen yürürlükte olan 12 Eylül Anayasası’ndan daha geri, daha az demokratik olduğunu iddia edebilir misiniz? Evet, diyorsanız, belki de “red cephesi”nin istemezük’ten ibaret söyleminin etkisi altına girmiş, okuyup karşılaştırıp karar verme zahmetine katlanmamışsınız. MHP - CHP red cephesi, itiraz ettiği maddelerin demokratikleştirilmesi, daha özgürlükçü ve yurttaş haklarını öne alan biçimde değiştirilmesi için öneri getirdi mi, diye de sormamışsınız. Onların itirazlarının, “değişiklikler yetersiz” noktasından değil, “aman 12 Eylül Anayasası’nın kılına dokunulmasın, statüko ve vesayetçi rejimin kılına halel gelmesin” noktasından olmasına da şaşırmamışsınız.
Bütün bu yıpratıcı süreç, hiçbir şeye yaramasa bile şunu gösterdi: CHP-MHP-ve emir üzerine onlara katılan BDP 12 Eylül Anayasası’ndan rahatsız değiller, darbe anayasasının kılına dokundurmamak için kahramanca savaşıyorlar. Çünkü mevcut anayasa ve başta Anayasa Mahkemesi olmak üzere bu anayasanın kurumları onların da parçası olduğu ve nemalandığı vesayetçi statükonun kalesi ve güvencesi.
* * *
Şimdi geleyim, “ağırıma gitti” dediğim ve hiç niyetim olmadığı halde bana bu satırları yazdıran iki olaya.
Birincisi: Parti kapatmaları zorlaştıracak 8. maddeye BDP’nin destek olmaması ve maddenin paketten düşmesi. Arkasında altı kapatmanın olduğu, Genel Başkanı Ahmet Türk’ün milletvekilliğinin DTP kapatılırken düştüğü bir parti, parti kapatmaları zorlaştıracak maddeye oy vermiyor, oy vermemekle kalmayıp maddenin iptaline yol açacabileceğini bile bile birkaç destek oyu vermekten de imtina ediyor, oylamaya girmiyor. Yani bağcıyı dövmeyi kendi bekasından fazla önemsiyor. Eksik de olsa, demokratik bir adım atılması hiç umurunda değil BDP’nin.
İkincisi: CHP’nin ve BDP’nin 12 Eylül sorumlularının yargılanmasına olanak tanıyan geçici 15. maddenin kaldırılmasına evet diyememeleri. Bugüne kadar her fırsatta, madem askeri darbelere karşısın kaldır geçici 15. maddeyi 12 Eylül’ü de yargıla diyen CHP; sadece CHP değil, peşinden sürüklediği “ulusalcı” kesim ve Ergenekon avukatları, maddenin kaldırılması oylanırken Meclis’te değiller, yani hayır diyorlar. Bunun esteği kösteği, ama biz şekline karşıyız, bize danışılmadı’sı, özrü mazereti yoktur. Bu maddenin kaldırılmasına hayır diyenler 12 Eylül darbesini, dolayısıyla da darbeciliği aklamışlar, böylece de darbe severliklerini kanıtlamışlardır.
Kimse, “Efendim kalksa ne olacak, zaten zaman aşımı var, kimi yargılayacaksınız, doksan yaşını geçmiş bir ihtiyarı mı?” türünden, komik demeye dilim varmıyor, trajik gerekçelere sığınmasın. Darbecilere yargı yolunu açan geçici 15. maddenin kaldırılması, sembolik olarak bile fevkalade önemlidir. Bu darbecilerin suçlarının günahlarının yanlarına kâr kalmasına karşı, darbecibaşının Çankayalarda, burjuva çevrelerinde, Cumhuriyet balolarında saygıdeğer kişi olarak ağırlanmasının toplumsal vicdanda açtığı yaralara geç kalmış bir merhemdir. Derbeci-vesayetçi zihniyetle hesaplaşmadır. Ayrıca, yaşı büyütülüp asılanları, sağcısıyla solcusuyla idam edilenleri, sokakta vurulanları, hapishanelerde ölenleri ya da çürüyenleri, yıllarca -kendi hesabıma 12 yıl- yabancı ülkelerde sürgünde yaşamak zorunda kalanları, işini, gücünü, eşini, ailesini kaybedenleri düşünürsek, 12 Eylül cuntacılarının işledikleri suç “insanlık suçu”dur ve zaman aşımına girmez. “Asmayalım da besleyelim mi” sözü tarihe geçen cuntabaşının yargılanması bu ülkede demokrasi ve özgürlüklere doğru bir adım olarak anlamlıdır. Yoksa ben, onu bile “beslemekten” yanayım ve bu yaşında zindanlara tıkılmasını da istemem. Ama mahkum olmalı ve yaptığının suç olduğu tescil edilmelidir.
Gelelim şimdi, en ağırına: Diyarbakır cezaevi 12 Eylül’le özdeşleşmiştir. Orada sadece Kürt siyaset insanları, Kürt aydınları değil, bölge halkı sadece Kürt oldukları için en ağır ve sistematik işkencelere uğratılmışlardır. Orada insanlar lağım çukurlarına sokulmuş, birbirlerinin bokları yalatılmıştır, orada Ahmet Türk bir köpeğe tekmil vermeye zorlanmış, Kürt asıllı eski bakanlar, milletvekilleri dört ayak üstünde yürütülmüş, orada yaşlı babaların gözleri önünde oğulların ırzına geçilmiş, orada yazdıkça insanlığımdan utandığım işkencelerle onlarca Kürt genci, Kürt insanı öldürülmüştür. Kürtlerin özgürlük ve hak mücadelesi tarihinde Diyarbakır cezaevinin apayrı ve çok acı bir yeri vardır.
BDP, yani Kürtleri temsil ettiğini iddia eden, bizlerin de bu iddiaya inanıp destek vermeğe, gücümüz yettiğince korumaya, yanında olmaya çalıştığımız parti, geçici 15. maddenin kaldırılmasına evet oyu vermedi. Parti adına konuşma yapan sözcüleri gözü yaşlı ve melodramatik bir edayla 12 Eylül mağdurlarının anısı önünde eğildiğini beyan ederken, bir yandan isyan ettim bir yandan da içim acıdı. Kürt siyasi hareketinin, Diyarbakır zindanıyla barışması, 12 Eylülcüleri aklaması, yani kendini inkârıydı bu. Demokrasiye ve özgürlüklere doğru küçücük sembolik bir adım atmaktan aciz, kim çiziyorsa yanlış çizilmiş bir politikaydı.
BDP Diyarbakır zindanıyla barışıp 12 Eylül devletiyle uzlaşabilir, kendi seçmesi, kendi kararıdır. Ama Kürt halkı, Kürt ve Türk demokratları bu ayıplarla barışmayacak, bu vicdan yükünü daha fazla taşımamak için gereğini yapacaktır.