12 Temmuz 2013

Darbe karşıtlığı demokratlık için yeterli midir?

Özellikle de “darbe karşıtlığı, eşittir demokratlık” ve “sandık, eşittir demokrasi” türünden denklemler üzerinde düşünmemiz lazım

 

Türkiye’nin kendi sorunlarını Mısır’daki gelişmeler üzerinden tartıştığı şu günlerde darbe ve demokrasi kavramları gündeme yeniden oturdu. İyi de oldu, çünkü demokrasi yolunda adımlar atabilmek için bu kavramların dile pelesenk olmuş ezberlerden çıkarılıp derinleştirilmesi gerekiyor. Özellikle de “darbe karşıtlığı, eşittir demokratlık” ve “sandık, eşittir demokrasi” türünden  denklemler üzerinde düşünmemiz lazım. Çünkü sık tekrarlanan bu önermeler bence sadece eksik değil aynı zamanda yanlış. Öte yandan, bu konular kestirip atılamayacak kadar girift ve karmaşık, çünkü -çağın gereği- demokrasi acendalarıyla siyasî tarih sahnesine çıkan/sürülen yeni güçler, örneğin Müslümanlar var; ve gelişmelerin tam ortasında duruyorlar. Demokrasi ve İslam 21. yüzyılın büyük bilmecesi veya deneyimi olarak ortaya çıkıyor.  Yüz yıl sonrasından bakabilseydik çok daha net görebileceğimiz resim şimdilik karışık bir çiziktirme, flu bir görüntü. Bu yüzden de bu konuda yazacaklarım; birlikte düşünelim, tartışalım demenin ötesine geçmiyor, başka bir iddia taşımıyor.

Barış, darbe, demokrasi “ama”lı olmaz.

Bazı kavramlar ama kaldırmaz. Barış, darbe karşıtlığı, demokratik hak ve özgürlükler konusunda ama’lara sığınmaya başladınız mı o sulardan ayrıldınız demektir. Siyasal, ideolojik bakış, iktidar bakışı, her zaman ama’lı ve çifte standartlıdır. “Savaş kötüdür ama millî çıkarlar ya da bölge çıkarları için gereklidir”, “darbeler kötüdür ama istikrar için gereklidir” veya “ askerî müdahale kötüdür ama iktidarın (meselâ) komünistlere, (meselâ) İslamcılara, (meselâ) bölücülere teslim edilmemesi için başvurulabilir bir yoldur”, “demokratik hakların kısıtlanması kötüdür ama halkın birliği, ülkenin bölünmez bütünlüğü, asayişin ve düzenin sağlanması için ucundan kenarından sünnetlenebilir”, “inanç özgürlüğünün kısıtlanması kötüdür ama irticayı engellemek için zorunlu olabilir”, vb...vb...

Kendimizi bu konularda açık yüreklilikle sorguladığımızda, siyaseten doğruluk adına yüksek sesle söyleyemesek bile içimizden ama’lar geçtiğini itiraf ederiz. Meselâ komünistler olarak proletarya diktatörlüğünü savunurken, laikler olarak örtünme özgürlüğüne karşı çıkarken, hatta örtülü kadınların öğrenim haklarının kısıtlanmasını alkışlarken, Müslümanlar olarak herkesin Kuran’ın emrettiği şekilde yaşamasını dayatırken, Sünnîler olarak Alevîlerin inanç özgürlüklerine set çekilmesini ama’larla gerekçelendirirken, Türk milliyetçileri olarak Kürt halkının eşit yurttaşlık taleplerini Türklerden koparılmak istenen imtiyazlar olarak algılayıp çözüme direnirken, vb. hep ama’lara sığınmıyor muyuz? Kaçımız böyle bir testten tam numara alabiliriz ki! Ama’lar işe karıştığı andan itibaren de çifte standarttan, yani kendine demokrat, kendine barışçı, kendine Müslüman olmaktan kurtulmak mümkün değildir.

Günün konularından olan darbelere karşı tavırda bu çifte standart büsbütün ortaya çıkar. Meselâ benim kuşağım ve içinden geldiğim laik cumhuriyetçi sol kesimler için 27 Mayıs 1960 müdahalesi ilericiydi. Zaten o zamanlar darbe değil “ihtilâl” zaman zaman da “devrim” denirdi. 12 Mart 1971 müdahalesi ise sola vurduğu için kötü darbeydi, Kürtlerin, solun ve bütün Türkiye’nin üstünden silindir gibi geçen 12 Eylül faşist darbesi hayal kırıklığına uğrattığı Ülkücüler açısından bile kötüydü. Peki 28 Şubat? Müslüman muhafazakâr kesimlerin kendilerine yönelik olduğu için en önemli, en büyük darbe saydıkları bu süreçte laik kesimler ağırlıklı olarak 28 Şubat’ı desteklemediler mi? İslamcıların iktidara yerleşmelerinin önünü kestiği için, post-modern darbeye karşı çıkmak yerine susmadılar mı? AK Parti iktidara geldiğinde, bugünlerde karara bağlanacak olan Ergenekon, Balyoz, vb. davalarında darbecilik yargılanmaya başladığında, bir de baktık ki 12 Mart’ta, 12 Eylül’de mağdur olanlar da dahil laik ve ulusalcı sol kanatların (tabii ki tümü değil) önemli bölümü, CHP, milliyetçiler, sivil-asker vesayetçi oligarşi ve türevleri darbe heveslilerini korumak, kollamak, gerekçelendirmek için yarışıyorlar. Hatırlayalım: davaların açıldığı o ilk günlerde sonraki çok vahim hukuksuzluklar, adaletsizlikler, intikamcı kararlar, delil manipülasyonları, haksızlıklar henüz ortada yoktu. Tepkiler AKP Hükümeti’ne, özünde de Müslüman muhafazakârların iktidarı almasına yöneliyordu. Ordu ile yüksek yargı, AKP’nin önünü kesebilecek tek güç olarak görülüp müdahaleye çağırılıyordu.

Anlatmaya çalıştığım: demokrasiye ve topluma karşı büyük suç olan darbe ve müdahaleler karşısında, “düşmanıma vurulan darbe iyidir, bana dokunan darbe kötüdür” anlayışının demokratlıkla ilgisi olamayacağı. Her türlü darbeye ve diktatörlüğe ama’sız karşı çıkmadan demokrat olunmaz. Benim nacizane ölçülerime göre, herhangi bir darbeyi, darbeciyi, darbe teşebbüsünü desteklemiş, daha da önemlisi hâlâ açıktan veya içinden desteklemekte olan bir kişi ya da bir siyasal çizgi kendisine demokrat diyemez. Darbe karşıtlığı ve demokratlık ne “ama” ne de çifte standart kaldırır. Evet, bazen meşru ve demokratik yollarla gelmiş bir iktidarın meşruiyet sınırlarını aşan, demokrasiyi tehlikeye sokan gidişatı karşısında çaresiz kalındığı olur. Bu çaresizliği aşmanın yolu ise herhangi bir dışardan müdahale, darbe, vb. değil halkın demokratik direnişi ve mücadelesidir.

Erdoğan darbe karşıtı mı?

Gelelim Başbakan Erdoğan’ın darbe karşıtlığına... Erdoğan, Mısır’daki askerî darbeyi hiç gecikmeden kınarken bugüne kadarki darbe karşıtı söylemini korudu. Gezi sürecinde yaşadığımız, halen de sürmekte olan devlet şiddetinin, hukuksuzluğun ve demokratik hak ihlâllerinin bir numaralı sorumlusu olan Erdoğan’ın, Mursi’yi deviren darbeye tepkisinin temelinde, Gezi-Tahrir ve İhvan-AKP benzetmesi olduğunu; haksız sayamayacağımız darbe fobisi ve travmasıyla Mısır’daki darbeyi kendisine ve partisine karşı yapılmış gibi algıladığını, paralellik kurduğunu düşünüyorum.

Evet, Erdoğan darbe karşıtıdır ama, o da tıpkı vesayetçi ulusalcı sol gibi, bütün müdahalelere değil, kendi iktidarına yönelik olanlara karşıdır. İktidara darbeyle gelmiş, insanlık ve savaş suçu işlediği uluslararası planda tescilli diktatörleri kırmızı halılar sererek ağırlarken, nice darbeciyle can ciğer kuzu sarması görüntüler verirken Mısır’daki darbeye gösterdiği hassasiyetten çok uzaktır. Mısır’da ordu Mursi’yi demokratik-laik muhalefete karşı korumak ve İhvan iktidarını pekiştirmek için müdahale etseydi, Erdoğan’ın darbeyi kınamak için bu kadar istekli ve aceleci olacağını hiç sanmıyorum. Belki yanılıyorumdur ama son günlerde demokrasiyi sandığa indirgemiş olan Erdoğan’ın bu konudaki çifte standardına bakınca, meselâ Suriye’de (pek demokratik olmasa da) sandıkta çoğunluğu kazanan Beşşar Esad’a karşı, Türkiye’yi Suriye batağına sokma pahasına Sünni ağırlıklı Cihatçı radikalleri desteklediğini hatırlayınca, ama’sız darbe karşıtlığından da pek emin olamıyorum doğrusu. Ama’sız darbe karşıtı olmadan demokrat olunamayacağı gibi, tam demokrat olmadan da darbe karşıtı olunamaz.

Gerçek demokratlığa gelince...

Bu konuda, son zamanlarda çok yazıldı ve güzel yazıldı. Benim kısaca ekleyebileceğim; “sandık, eşit demokrasi” denkleminin tümden yanlış olduğu. Sandık demokrasinin şeklî kılıfıdır, olmazsa olmaz ilk adımıdır; ancak özü değildir, içi demokratik hak ve özgürlüklerle ve bunların korunması güvencesiyle doldurulmazsa sandık sandukadan farklı olmaz. Öte yandan, değil yüzde 50, yüzde 90 çoğunluğunuz da olsa demokrasi tam olarak işlemeyebilir. Rosa Luxemburg’un sözleriyle: “Ne kadar büyük çoğunluğa sahip olursanız olun özgürlük çoğunluğun değil farklı düşünenlerin özgürlüğüdür.” Özgürlüklerin, o özgürlükleri tek tek bütün bireyler için garantiye alan yasaların, adaletin, yasalar karşısında eşitliğin tam olarak sağlanmadığı, muhalefetin bir şekilde bastırıldığı bir toplumda demokrasi henüz yerleşmemiş demektir. Üstelik son günlerde peşpeşe şahit olduğumuz, iktidar partisinin sandıktaki çoğunluğuna dayanarak çıkardığı antidemokratik ve ayrımcı yasalar, mevcut yasalara rağmen artarak süren keyfî uygulamalar, en önemlisi her türlü kitlesel muhalefete karşı kullanılan şiddet, iktidar ve Başkan Baba yağcılığını ikbâl basamağı sayan kişilere dağıtılan mevkiler, ulufeler; medyadan iş dünyasına, Başbakan’a ve iktidara biat etmeyen, bağımsız kalmaya çalışan bütün odaklara açıkça veya arkadan dolanma yöntemleriyle sinsice uygulanan baskılar, insanların yaşam biçimlerini, Müslüman muhafazakâr kalıplara uydurmaya yönelik müdahaleci buyrukçuluk, demokrasi hedefinden hâlâ ne kadar uzak olduğumuzun somut kanıtları. İktidar bu uygulamaların meşruiyetini, millî irade adını verdiği ve yüzde 50 civarında olduğunu varsaydığı oy çoğunluğuna dayandırıyor. İktidar meşruiyetini yüzde 50 oydan alıyor ama antidemokratik uygulamaları, yani icraatı meşru değil. Öteki yüzde 50’nin istemlerine, hak taleplerine, tepkisine gözlerini, kulaklarını kapatmakla yetinmeyip şiddetle bastırmaya çalışırken demokratik meşruiyetten uzaklaşıyor.  Günümüzde, çağdaş demokrasilerde artık sandık tek başına meşruiyet sağlamıyor; katılımcı demokrasi, yerinden yönetim, vb. yöntemleri tartışılıyor, hatta uygulanıyor.

Demokrasiyi sadece seçim sandığı ve (kendine yönelen) darbe karşıtlığı olarak görürseniz demokrat da, darbe karşıtı da olamazsınız. Nitekim sözde olsa da özde olunamıyor: Şekil 1’de görüldüğü gibi...

......................

Çok uzamış bu yazı, “Dünyanın ve bölgenin şiddetli bir alt üstlük ve geçiş dönemi yaşadığı şu günlerde ne yapmalı, nerede durmalı? Siyasal İslamın iktidara aday güç olarak siyaset sahnesine çıktığı ülkelerde düğüm nasıl çözülebilir, askeri darbeler çözüme yardımcı olur mu, demokrasi İslamla bağdaşır mı? sorularına cevap niteliğinde değil, sadece birlikte düşünme önerisi. Belki gelecek yazılarda biraz daha açma ve tartışma imkânı olur. Bu tartışmanın verimliliği içinse kalıplarımızı, önyargılarımızı ve birbirimizi mat etme, hırpalama alışkanlığımızı bir yana bırakmamız gerekiyor. Aslında herkes, hepimiz daha iyi bir dünya, daha iyi bir toplum aramıyor muyuz?

Yazarın Diğer Yazıları

Romanını yazamadığım kahramanım Nazar

İnsan benim yaşıma gelip de birlikte yol yürüdüğü,  onlarla zenginleştiği dostlarını, arkadaşlarını yitirdiğinde sadece onların matemini tutmuyor, sadece onlara ağlamıyor. Her giden bizden bir parça koparıp gidiyor. Eksiliyoruz

Bir yazamama yazısı

Yazıyoruz, söylüyoruz, bağırıyoruz, feryat ediyoruz da ne oluyor, ne değişiyor! Anlamsızlık, yetersizlik, boşuna çaba duygusu

Çocukları kefene sokan ruh hastası ilkel zihniyet

ÇEDES'in amacı çocuklarda çevre duyarlılığını geliştirmek ise, ormanlarımızın, tarım topraklarının, doğal zenginliklerimizin nasıl yok edildiğini, açgözlü vahşi talan düzeninin doğal yaşamı nasıl katlettiğini öğretin

"
"