“Aynı gemideyiz” sözünü sevmem; lüks kamarada seyahat eden tuzu kuruların “aşağıdakiler”in tepkisini, öfkesini bastırmak için kullandıkları aldatmaca bir metafor gibi gelir bana. Ama Titanic faciası gibi vakalarda bu sözün anlamı vardır. Titanic batarken lüks kamaradakini de, ambardakini de, güvertedekini de ayrım yapmadan birlikte sulara gömmüştür.
Türkü, Kürdü; bu ülkenin insanları Titanic faciasına uğramış gibiyiz. Son umut olan tahlisiye sandallarının da çürük olduğunu, iki tarafın kaptanlarının ve mürettebatının da aynı aymazlık içinde bulunduklarını her yeni gelişmede bir kez daha görüyoruz. Aynı gemideyiz ve hep birlikte hızla batıyoruz. İktidar partisi ve Başbakan başta olmak üzere gemisini savaşla, kanla, şiddetle kurtaracağını sanan kaptanlar, kendilerinin lüks kamarada olmalarının rehaveti ve burun büyüklüğüyle faciayı hızlandırıyorlar, derinleştiriyorlar, kaçınılmaz kılıyorlar. Bir yapıcı cümlecik, yürekten kopan bir söz, mesela “ Gelin Kürt kardeşlerim, gelin BDP’li yurttaşlarım, Meclis’e gelin, her şeyi birlikte konuşalım, değerlendirelim” diyebilse Tayyip Bey; burun sürtme ve şiddetle ezme psikolojisi yerine, her şeye, bunca kana rağmen küstah muktedir edalarını bırakıp Kürt siyasi hareketine el uzatabilse o kadar çok şey değişirdi ki, kendisi bile şaşardı. Artık ne yazık ki çok geç, bunu seçimlerin hemen ardından yapabilseydi bunca kan, bunca ölüm, ülkeyi saran düşmanlık, umutsuzluk ve güvensizlik havası engellenebilirdi. Bu ülkede Kürt meselesinin şiddetle, savaşla, tehditle, ölmekle, öldürmekle çözülmeyeceğini artık herkes biliyor; tarafların liderleri ve generalleri bilmiyorsa, hâlâ savaş ve şiddetle çözüme gidilebileceği sanılıyorsa, burada ya o kaptanların ehliyetinden kuşkuya düşmek, kaptanlık brövelerini ellerinden almak ya da çeşitli hesaplarla gemiyi taammüden batırmaya çalıştıklarını düşünmek gerek.
Artık Kardeş Değil Miyiz?
Bugüne kadar özellikle Başbakan Tayyip Erdoğan’a seslenerek, devlete, hükümete, AKP’ye, Türk muktedirlere, sürüp giden savaş ve çözümsüzlükte birinci dereceden sanık ve sorumlu olduklarına dair ne söylenmesi gerekiyorsa, ne düşünüyor, ne hissediyorsam tümünü sünsürsüz, ama’sız yazdım. Yüz yıllık asimilasyoncu, gaddar, şiddeti çözüm sayan devlet siyasetinin ve bu siyasetin günümüzdeki uzantılarının dökülen her kanda, kopan her bağda, soğuyan her yürekteki paylarını anlatmaya çalıştım. Açık mektuplar döşendim okumayacaklarını, aldırmayacaklarını bilerek.
Tarafsız değilim; gaspedilmiş haklarını almak için isyana duran, şiddete karşı şiddet uygulamaktan başka çare bulamayan, sesini duyurabilmek için silaha sarılan Kürt halkından yana, yani haklı ve mağdur olandan yana tarafım. Tam da bu yüzden işte, şiddet ve savaşı çözüm sanan Kürt silahlı ve/veya siyasal hareketine de sözüm var. Ne hakla mı? Kim miyim ben? Batan gemide birlikte olduğumuz insancıklardan biriyim; hem de öyle lüks kamarada, fildişi kulede oturan tuzu kurulardan da değilim. Titanic’te birlikte olduğumuzun ve birlikte batacağımızın, hatta yarı yarıya suya gömüldüğümüzün farkındayım, o kadar. “İşimize karışmayın, Kürtlere akıl vermeyin, kaşının üstünde gözün var deme hakkınız yok”, vb. diyenleredir sözüm: Birlikte batıyorsak birbirimizin elini tutmak zorundayız, bunun siyasetteki anlamı doğru çözümü karşılıklı güven içinde birlikte aramaya çalışmaktır.
Biliyorum, birkaç yıl öncesine kadar mümkün olan bu güven ortamı bugün dinamitlendi, yürekler koptu, Kürt veya Türk her ölümde, kimin namlusundan çıkarsa çıksın her kurşunda biraz daha kopuyor. Son BDP kongresinde yüzlerce yıllık kardeşliğe atıf tüzükten çıkarıldı mesela. Bu kardeşlik kavramı bana hep biraz aksak, fazla duygusal gelmiştir; kardeşler düşman da olabilirler çünkü. Ama tam da bu dönemde tüzükten çıkarılmasının anlamı beni korkutuyor. Ne zamandır hissettiğimiz, endişeyle izleyip dile getirmekten acı duyduğumuz kopuşun ifadesidir bu. Coğrafi kopuştan, ayrılmaktan falan söz etmiyorum. İki halk arasında yüreklerin ayrılması, duyguların kopuşu çok daha vahim, çok daha acıdır bana göre. “Kardeşlik” yerine “eşit yurttaşlık temelinde kardeşlik” ya da ne bileyim “eşit kardeşlik” denilebilirdi. BDP tüzüğündeki bu değişiklik, aynı kongrede alınan bir dizi karar ve talepteki haklılığın ve olumluluğun kamuoyunda yaratabileceği duygusal gevşeme, rahatlama ortamını bulandırmaktan başka neye yaramıştır? Anayasal yurttaşlık, anadilde eğitim, ademi merkeziyetçi yapılanma, kadınlara hak ve özgürlükler, düşünce ve örgütlenme özgürlüğünün tam sağlanması, basın hürriyeti gibi kongre taleplerinin gündeme girmesi ve gerçekleşmesi için eşit kardeşlik ve dayanışma gerekmiyor mu?
BDP Genel Kurulunda kürsünün arkasına asılmış büyük Türk bayrağı orada bir siyasi simge olarak dururken kardeşlikten vazgeçilmesi benim içimi acıttı: çünkü o bayrak olsa olsa bir siyasal mesajdır, biz bu bayrağı reddetmiyoruz, taleplerimizin bu bayrağı altında karşılanması için mücadele ediyoruz demektir ki, tabii ki olumludur. Ama kardeşlik sözcüğünü çıkardığınız zaman, bayrak eğreti bir sembol ve yürekten gelmeyen bir uzlaşı gösterisi, görsel bir atraksiyon olarak kalır.
Öte yandan, son BDP kongresinde Meclis’e gitme kararı alınamamış, aksine bu konuda ciddi bir ayak direme ve olumsuz tavır sergilenmiş olması da Titanic’in biraz daha suya gömülmesi demektir. Yeni anayasada yer bulmasını savunduğumuz ortak taleplerimiz, örneğin anayasal yurttaşlık, BDP ve Blok milletvekilleri Meclis dışında kaldıkça bir anlam taşımayacak; anayasa, AKP-CHP-MHP milliyetçiliğine, hatta sadece AKP’ye teslim edilecektir. Seçimlerin hemen ardından anlamlı sayılabilecek Meclis boykotu, varıla noktada Meclis’ten, Türkiye çapında siyasetten, kendilerine oy vermiş olanları -biri de benim- hiçe saymaktan başka bir anlam taşımamaktadır.
Keza, önceleri meşru savunma, sonra operasyonlara karşı misilleme, nihayet “devrimci halk savaşı”nın gereği olarak gösterilen, sivillere de yönelen eylemler, maç yapan polislere ve onları seyreden yakınlarına yönelen planlı saldırı, “Bu daha hiçbir şey, yakında fedai eylemleri de olacak, siz o zaman görün” türünden tehditler karşısında Kürt hareketinin sivil siyaseti seçmiş olan kesimlerinin söyleyecek sözleri yok mudur? Devlet ve iktidar birincil sorumludur, tamam; BDP kendini PKK’den, KCK’den ayıramaz, bu ondan beklenemez, tamam; ama bu kanın ve kıyımın durması için bir söz, bir jest, bir tepki de Kürt kesiminden duymak isteği o kadar mı yersiz, anlamsız, haksızdır?
Artık kardeş değiliz besbelli. Bunu göğsüme saplanan bir bıçak, boğazıma saplanan bir yumru gibi hissediyorum. Söz bitmez diyorlar haklı olarak, ama kimsenin çığlıklarımızı duymadığı bir yerde, yani bütün kulaklar sağırsa, ben kendi çığlığımın boğulduğunu, sözümün tükendiğini hissediyorum çaresizlikle.
Süreç İçin Benim de Önerim Var
BDP Genel Kurulunda önümüzdeki süreçle ilgili öneriler de dile getirilmiş. Ben de batmakta olan gemide birlikte boğalacaklardan biri olarak sürece ilişkin kendi önerilerimi paylaşmak istiyorum:
•Cumhurbaşkanı BDP’lileri kabul etmeli (daha önce BDP’nin davete icabet etmediğini hatırlayalım) ve Kürt siyasal hareketinin temsilcilerinin İmralı’daki Öcalan’la görüşmelerini sağlamalıdır. Son zamanlarda akil adam ve barışçı rolünün Öcalan’a düştüğü hatırlanırsa, bunun zarar değil yarar getireceği bu kadar açıkken, neden haftalardır İmralı penceresi kapanmıştır, anlaması gerçekten de güç.
•Kürt siyasal hareketi içindeki farklılaşmalara rağmen, PKK’li, BDP’li olsun olmasın Kürt halkının büyük çoğunluğunun lideri hâlâ Öcalan’dır. İlk adım olarak, Öcalan’ın daha önce talep ettiği iletişim yollarının ona açılması tahmin edilenden çok daha büyük bir adım olacaktır. Tabii ki garantisi yok, ama Öcalan’ın bir kez daha barışçı çözümden yana tutum belirtmesi ve operasyonların hemen durdurulmasıyla eş zamanlı olarak PKK, vb. eylemlerinin, vicdanın kabul edemeyeceği, meşru görenlerin de durup düşünmeleri, ben ne yapıyorum diye kendileriyle yüzleşmeleri gereken olayların -örneğin kendi aralarında maç yapan polislere ve onları seyreden eşlerine saldırının- son bulması için çağrı yapması küçük mucizeler yaratabilir.
• Hemen ardından, operasyonların durdurulduğu bir ortamda Kürt silahlı hareketinin sınır ötesine çekilmesi gündeme gelecektir. Bunun en sorunlu ve Kürtler açısından en güç kabul edilebilir adım olduğunu biliyorum. Çünkü Kürt hareketi ve Kürt halkı devlete olan güvenini bütünüyle yitirmiştir ve yaşananlar hatırlanırsa bunda haklıdır. Sınır ötesine çekilme sırasında bire kadar kırılabilecekleri kuşkusu, hatta bu konudaki kesin kanı işi çok güçleştirmektedir. İşte asıl önerim tam da bu noktada: Böyle bir karar alındığında, bizler Türkiyeli barışçılar, demokratlar, barışı sakız gibi çiğnenen bir söz olarak değil bir çözüm anahtarı ve bir yaşam biçimi olarak kabul eden Türkiyeliler: ünlülerimiz, sanatçılarımız, kamuoyu önderlerimiz, siyasilerimiz, basın mensupları, yazarlar, iş adamları, herkes, sınır ötesine geçişin güvenliğini kendimizi sınır ötesine çekilenlere siper ederek sağlayacağımızı açıklamalı ve gereğini yapmalıyız. Kuru bir hamaset, heyecanlı bir cesaret gösterisinden söz etmiyorum. Nasıl olacak, nerede duracağız, vb. teknik itirazlar geçersizdir, hepsinin çözümü bulunur. Geldiğimiz noktada, benim de onlarcasına, hatta yüzlercesine katkıda bulunduğum çok veya az imzalı bildirilerin, açıklamaların hükmü kalmadı artık. Kurşunları bildirilerle durduramıyoruz. Belki bedenlerimiz işe yarar.
Hayalcilik yapıp, olmazı zorlayalım. 1968’in sloganında dile getirildiği gibi, gerçekçi olalım imkânsızı isteyelim. Sınır ötesine çekilen birliklerin yanında yürüyecek güvenlik birliğinin ilk askeri olmaya ben hazırım, kaydımı yaptırıyorum; yalnız değilim, başkaları da var biliyorum. İş ki bu noktaya gelebilelim.