Hapishanelerdeki açlık grevleri üzerine yazmak zorlu bir vicdan muhasebesine girmek demektir. İnsan; bir yandan kişinin özgür iradesine müdahale ettiği için suçluluk duyar, öte yandan yaşamı sözün ötesinde savunamamanın, bir şey yapamamanın çaresizliğiyle kıvranır.
Leyla Güven’le başlayan açlık grevleri, hapishanelere yayılıyor. HDP’li, BDP’li siyasetçilerin, belediye başkanlarının, gençlerin yanında, ÇHD Başkanı avukat Selçuk Kozağaçlı ve arkadaşları da seslerini duyurmak için açlık grevine başladılar. Leyla Güven dönüşü, telafisi olmayan ikinci evreye, yani adele erimesi fazına girmiş durumda.
Bu devleti hiç mi tanımıyoruz?
İnsanın amacı, inancı, hak talebi uğruna yaşamını feda etmesi, hayatından vazgeçmeyi göze alması, büyük özveri ve irade ister. Çoğunlukla en iyiler, en yiğitler, en inançlılardır kendilerini feda edenler. Ancak, açlık grevleri/ölüm oruçları intihar değildir, olmamalıdır. İnsanın sesini duyurmak, taleplerini savunmak için yükselttiği çığlıktır, çaresizlik içinde son çare olarak başvurduğu bir yöntem, silahsız insanın kendi hayatını silahlaştırmasıdır. Ne var ki bu silah ancak hak, adalet ve ille de vicdan sahibi iktidarlara karşı, hukukun işlediği görece demokratik ortamlarda ve kamuoyu desteğiyle hedefine ulaşır.
Açlık grevleri ve ölüm oruçlarının Türkiye’de de uzun bir tarihi var. Kendisi kadar ceberrutluğunun kökleri de eskilere dayanan Türk devletinin bu silahtan etkilendiği (Özel durum ve koşullarda, iç ve dış kamuoyunun müdahalesiyle bazı tekil olaylar dışında) bugüne kadar görülmedi. Hele de “devletin beka’sı için insanlar ölebilir” zihniyetinin iktidarda olduğu bu dönemde açlık grevleri ve sonuçları muktedirlerin umurunda değildir.
(Sadece hatırlatmak için: 1996’da hapishane koşullarının düzeltilmesi talebiyle başvurulan açlık grevleri ölümlerle sonuçlanmış, 1999-2000’de F tipi cezaevlerini protesto için girişilen, içerde ve dışarda dev-sol güdümünde sürdürülen ölüm oruçlarında çoğu genç 143 insanımız ölmüştür.)
“Bu devleti hiç mi tanımıyoruz” derken, devletin/ iktidarın yapısını ve günümüz koşullarını kastediyorum. Yanılmayı çok, çok isterim ama: Günümüz Türkiye’sinin karanlık, bunalımlı ikliminde; bırakın hukuk devleti olmayı kanun devleti olmaktan bile çıkmış, insanî ve vicdanî değerlere sırt çevirmiş, savaş çarkına dönüşmüş bir düzende; iktidar koalisyonu, kendisi için çok önemli gördüğü seçimlere Kürt korkusu ve Türk milliyetçiliği atıyla giderken açlık grevlerindekilerin taleplerini görmezden gelecek, susturmak için elinden geleni yapacaktır.
Kimlere mi haykırıyorum?
Yukardaki satırları “dışardan”, soğuk gerçekçi, eylemi sabote etmeye yönelik bulup karşı çıkanlar, hatta saldıranlar olacağını biliyorum. Ancak, etik anlayışım her şeyden önce insanın yaşamını ve onurunu bütün saldırılara karşı cesaretle koruma yükümlülüğü getiriyor. Yüreğimin, beynimin her zerresinde duyarak “Aslolan hayattır” diye haykırıyorum.
Öncelikle, ister sokakta ister zindanda olsun bütün yurttaşların yaşamından sorumlu olan devlete, iktidara haykırıyorum: İnsanı yaşatma sorumluluğunuzu hatırlayın; insan onuruna ve kişinin özgür iradesine zorla müdahale etmeden, sorunu anlayış ve diyalogla acilen çözmek için adım atın. Beka edebiyatıyla, vatan hainleri, vb. algı operasyonlarıyla hukuku ve insan haklarını hiçe sayan bir atmosfer yaratılsa da açlık grevindeki insanların talepleri, özünde tutuklu/hükümlü haklarıyla ilgilidir. Tecrit bu hakkın ihlalidir. İnsan hakları cezaevlerindeki bütün insanların haklarını içerir. Açlık grevlerindeki muhtemel ölümlerden, kalıcı sakatlıklardan birinci derecede sorumlu tutulacak olan iktidardır.
Bu ülkede yaşayan milyonlara, içerdeki yurttaşlarımız gibi yurttaş sıfatını taşıyanlara haykırıyorum. Biliyorum; gerçekler sizden gizleniyor, yalanlara boğuluyorsunuz, kendi derdinize, korkularınıza, kaygılarınıza yumulmuş, bir adım ötenizi göremiyorsunuz. Görseniz bile dile getirmekten, insanların yaşam haklarını savunmaktan, insan olmaktan korkuyorsunuz. Korkularınızı ve körlüğünüzü aşamadıkça, muktedirlerin yalanlarını sorgulamadıkça yarın kurban sizler olacaksınız, çocuklarınız olacak. Hak ve hukuk, ister içerde ister dışarda olsun herkese lazımdır. Yarın sizlere de lazım olabilir. Gözlerinizdeki, yüreğinizdeki, vicdanınızdaki bağları çözün!
“Aslolan hayattır” diyemeyen örgütsel iktidar odaklarına haykırıyorum: O cesur, inançlı insanların hayatını, sağlığını davalara, örgütsel güç gösterisine feda edenlere; haklı taleplerimizi ölerek değil yaşayarak savunacağız diye seslenemeyen, insan onuru için, hak ve özgürlük için hayatlarını ortaya koyanları yaşamaya ikna etmeye cesareti olmayanlara haykırıyorum.
Ölüm orucundakilere ise yalvarıyorum: Aslolan hayattır kardeşlerim! Ancak yaşayanlar savaşabilir, ancak yaşayanlar dikilebilir hukuksuzluğun, adaletsizliğin, zorbalığın karşısına. Ruh halinizi, öfkenizi, tepkinizi çok iyi anlıyorum, içimde duyuyorum, kahroluyorum. Aranızda sevdiğim, saygı duyduğum kardeşlerim var, hiç tanımadıklarım var. Lütfen yaşayın, sizsiz daha güçsüz kalacağız, daha da azalacağız. Zafer ölerek değil yaşayarak kazanılır.
Açlık grevi veya ölüm orucu; kıstırılmış, özgürlüğünden yoksun bırakılmış insanın haksızlığa, hukuksuzluğa, içine atıldığı koşullara isyanıdır. Ölümü aramak değil, yaşamını ortaya koyarak koşulları değiştirebileceği umududur.
Bir kez daha yineliyorum. Devletin/iktidarın görevi o çığlığı duymak, anlamak, insanı yaşatmak için elinden geleni yapmaktır. Söz konusu insan cezaevindeyse, yani devletin elindeyse, kılına zarar gelmesinden devlet sorumludur.
İnsan olarak görevimiz, açlık grevine yatmış o cesur, inançlı, onurlu insanları ölmeye, sakat kalmaya, erimeye değil yaşamaya teşvik etmek, ölümü değil hayatı kutsamaktır.
Aksi halde şehitlik edebiyatıyla insanları savaşa süren iktidarlardan, kendi beka sorununu ülkenin, milletin beka sorunu diye yutturan muktedirlerden ne farkımız kalır!