Önce Gezi depremi sonra “Demokratikleşme Paketi”, demokrasi tartışmalarını hararetlendirdi. Ancak tartışmaları demokrasi kavramı ve uygulaması üzerinden değil “AKP demokrasisi” üzerinden yaptığımızdan konunun ana damarını yakalamakta zorlanıyoruz.
Türkiye’de mebzul miktarda sağcı, solcu, ulusalcı, Kemalist, Müslüman, laik, Türkçü, Kürtçü, askerci, vesayetçi, liberal, vb., her görüşten insan, her çeşit siyasal-ideolojik akım, parti, örgüt var. “Diktatörlükten yanayım, bize bir eli sopalı lâzım, şu asker de bir darbe yapamadı” türünden artık ayıplı sayılan düşünceler akıldan geçse bile açıkça dile getirilemediğinden, lâfta demokrat olmayan yok gibi. Ne var ki herkes demokrasiyi, onun içerdiği hak ve özgürlükleri, kendi ihtiyaç ve çıkarlarıyla tanımlıyor, başka bir deyişle ezici çoğunluk “kendine demokrat”.
Madem kendine demokratlığı konuşuyoruz, önce iktidar partisinin demokrasi anlayışından hareket edelim. Başbakan Erdoğan, AKP kadroları, demokratikleşme paketini devrim olarak pazarlayan AKP silahşörleri, kalemşörleri bunu sadece göz boyamak için veya sadece yalakalıklarından yapmıyorlar; demokrasiden anladıkları bu kadar, demokratikleşme ufukları kendi ideolojilerinin ve iktidarlarının ihtiyaç ve çıkarlarıyla sınırlı. Kemalist devlet oligarşisini, özellikle de askeri geriletip postu kurtardıktan sonra (ki aşılması zorunlu ve önemli bir demokratik eşikti ve gerçek demokratlar tarafından da bu yüzden desteklendi) demokrasi tramvayından indiler, iki adım geri bir adım ileri temposunda yürümeye başladılar.
Doğrusunu konuşmak gerekirse ki gerekir, bu ülkede ister sağ, ister sol, ister İslamî gelenek olsun, hepsi şu veya bu ölçüde demokrasi ve özgürlük kusurluydu. Hepsi kendi toplumsal mühendislik projelerini, kendi değerlerini topluma dayatma peşindeydiler, hâlâ da peşindeler. Ulusalcı laik Kemalistler, Türk İslam sentezcisi faşizan sağ, solcular, AKP’de temsilcisini bulan Sünnî Müslüman kesimler her konuda çatışsalar da “kendine demokratlık”ta birleşiyorlar. Sadece kendileri için değil; kendi değerleri, düşünceleri, inançları, yaşam tercihlerine uymasa da herkes için hak ve özgürlük, herkes için demokrasi talep edenler bu ülkede hep arafta, azınlıkta kaldılar. İster Müslüman Mahallesi, ister laik, ister sağ, ister sol mahalleler olsun, kendi mahallelerinde de yadırgandılar, dışlandılar. “Benim demokrasim”den “bizim demokrasimiz”e geçiş, “herkes için demokrasi, herkes için özgürlük” anlayışının filizlenmesi, toplumun çağdaş demokrasinin olmazsa olmazlarını tartışmaya başlaması gecikti.
AKP’nin demokrat olmadığını, ya da kendi demokratlık sınırlarına dayanıp orada durduğunu (haklı olarak) düşünenler, özellikle de kendisini solda tanımlayanlar, “kendine demokrat”lığı aşıp güçlü bir demokrasi mücadelesi verebiliyorlar mı?
Yeterince, ama’sız demokrat mıyız?
Demokratikleşmeyi; “çoğunluk veya azınlık her kesimin, her halkın, her grubun, her bireyin insan ve yurttaş olmaktan doğan bütün haklarının ve özgürlüklerinin, başkalarının özgürlüğünü tehdit etmeden, kısıtlamadan, cana-mala zarar vermeden, devlet çıkarı veya güvenlik bariyerlerine takılmadan koşulsuz, kısıtsız sağlanması” olarak çağdaş ve geniş anlamıyla tanımlarsak, geçmişte ya da bugün kendini solda konumlandıranların, “kırmızı çizgisiz demokrat” olup olmadıklarını açık yüreklilik ve cesaretle kendilerine sormaları gerekir.
Dün, Türkiye sosyalist solunun önemli bölümü, - yasal nedenlerle programına yazmasa, açıkça söyleyemese de- proletarya diktatörlüğünü savunurdu. Kimileri de işçi sınıfı iktidarının ya da proletarya diktatörlüğünün ordu müdahalesi ile gerçekleşebileceğine, devrimin namlunun ucunda olduğuna inanırdı. Diktatörlükle demokrasinin bağdaşmaz kavramlar olduğu üzerine kafa yorulmazdı; kafa yorup cesaretle eleştirenler hain, dönek, en azından “kafası karışık” sayılırdı. Bugün değerini kavradığımız ama hâlâ erişemediğimiz Batı demokrasisi, burun büktüğümüz “burjuva demokrasisi”ydi. Laik, Kemalist, elitist kesimlere göre de: “karşı devrim”in pençesindeki “cahil ve geri” halk kitlelerinin eğitilmesi, dindar Müslüman halkın medenileşmesi, böylece toplumun Batılılaşması, ülkenin kalkınması için yapılan zorlamaların demokrasiyle çelişen bir yanı yoktu. Sağ veya sol, bütün kesimlerden ulusalcılar ise “Türklerin efendi, diğerlerinin hizmetçi oldukları” Türkleştirilmiş bir toplum anlayışının, bırakın demokrasiyi, insan haklarının da inkârı olduğunu düşünmüyorlardı bile. 1960’ların ortalarından sonra yükselen işçi hareketi bir yönüyle de demokratikti ama bu mücadelede toplumun çoğunluğunu oluşturan dindar kesimlerin kısıtlılıkları, talepleri, ihtiyaçları yer almazdı. Daha yakın zamanlara gelirsek, 28 Şubat müdahalesi döneminde de solcular, Kemalistler, laikler (tekil örnekler, istisnalar hariç) “öteki”nin mağduriyetine kulak vermedikleri gibi 28 Şubat’ı alkışladılar. Tıpkı 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbelerinde Müslümanların, sağın, büyük sermayenin; solu ezdiği için darbeleri kışkırtmaları, desteklemeleri, darbecilerin yanında yer almaları gibi.
Artık birazcık demokrat olunamıyor
O günler geride kaldı. Günümüze gelirsek, artık geçmişteki demokratlık ölçütleri de aşıldı. Çağdaş demokrasi çok daha fazlasını gerektiriyor. Bugün, bütün halkların ve inançların özgürlüğü sağlanmadan; meselâ Kürt halkının ana dilde eğitim, yerinden yönetim, siyasal örgütlenme, eşit yurttaşlık, kimliklerinin ve statülerinin tanınması talepleri/hakları kabul edilmeden; bütün inanç gruplarına, din ve mezheplere devlet diyanet müdahalesinden bağımsız inanç ve ibadet özgürlüğü tanınmadan; dindarların bütün hak ve özgürlükleriyle birlikte ve onlar kadar laiklerin, dinsizlerin, ateistlerin hak ve özgürlükleri güvenceye alınmadan; kadın, çevre, cinsel yönelim özgürlüğü tam olmadan; farklı yaşam biçimlerine, farklı kültürlere tam koruma; örtülüye örtüsüze, dindara dinsize tam eşitlik sağlanmadan; en azından bu yolda ciddi ve inandırıcı adımlar atılmadan demokratikleşmeden ve demokratlık iddiasından söz edilemiyor. Batı’nın “bon pour l’Orient (Doğu için yeterli) demokrasi zihniyeti ve uygulaması eşik atlamak için artık yetmiyor. Bu hak ve özgürlükleri, herkes için: siyasî-ideolojik, sınıfsal, kültürel hasımlarımız için de talep ve mücadele etmiyorsak, haklı olarak eleştirdiğimiz kendine demokrat AKP zihniyetinden pek de ilerde değiliz demektir.
Haklar verilmedi, alındı
Hiçbir iktidar kendi sınıfsal tabanının taleplerini, kendi çıkarlarını ve sınırlarını aşan hak ve özgürlükleri kendi isteğiyle tanımaz. Şu veya bu ölçüde bir zorlamayla, mücadeleyle karşılaştığında, kâr-zarar muhasebesi yaparak razı olur. Dünya tarihinde ve Türkiye’de bütün demokratik kazanımlar, hak ve özgürlükleri için mücadele edenlerin imzasını taşır. İnkârcı olmayalım; bugünkü eksikli demokrasi düzeyine varmak için de yüz yıllık bir mücadele verildi, veriliyor. Bu mücadeleyi bir yönüyle Türkiye solu, sosyalistler, komünistler, devrimciler verdiler. Bir başka yönüyle dindarlar, Müslümanlar, Alevîler, azınlıklar verdi. Daha dün, hepimizi şaşırtan yepyeni biçimlerle Gezi’nin gençleri verdi. En fazla, en güçlü olarak da Kürt hareketi verdi, veriyor. Yıllardır kadınlar veriyorlar; giderek yaygınlaşan toplumda yankı bulan ekolojik taleplerle çevreciler, doğayı, yaşamı korumayı amaç edinmiş hareketler veriyor. Kısaca AKP’nin tantanayla pazarladığı pakette ne varsa -ve daha fazlası- onun ihsanı değil, yılların mücadele birikimi karşısında kabul etmek zorunda kaldığı haklardır. Paketin cılızlığı, kofluğu, azlığı demokrasi güçlerine “Sadece kendiniz için değil herkes için daha fazla, daha haklı talep, daha iyi, daha güçlü mücadele” sinyali vermektedir.
Önümüzdeki engel: farklı kesimlerin hak ve özgürlük taleplerinin farklı yataklardan akmak yerine, birleşip aynı yataktan gürül gürül akmasının sağlanamaması, kendine demokratlığın aşılamamış olmasıdır. Sadece birkaç örnekle somutlamak gerekirse: Kürt halkının/milletinin, şu anda Kürt siyasal hareketinin talepleri olan bütün haklarını ama’sız kabullenemiyorsak; hangi dinden, mezhepten inançtan olursa olsun insanların istedikleri yerde istedikleri gibi ibadet etmelerini, meselâ Alevîlere, cem evlerine statü sağlanmasını güçlüce savunmuyorsak; meselâ örtülü kadınların toplumsal alanda eşit koşullarda ve bütün haklarıyla yer almalarını hazmedemiyorsak; meselâ asimilasyoncu, faşizan “Andımız”ın kaldırılmasını ihanet sayıyorsak; öte tarafta da dindar nesil yetiştirme peşinde, küçücük kızların başlarını örtüp iktidar destekli “Yedi yaşındayım, namaza başlıyorum” eylemleri düzenliyorsak; tesettürlülere “böyle kıyafet olmaz” demeyi ayıp hatta suç sayarken TV sunucusunun bence son derece münasip dekoltesine “böyle kıyafet olmaz” diyorsak, demokratlığımızın sorgulanması gerekmez mi? Çifte standart demokratlığa engeldir.
Demokrasi yürüyüşümüz, kısmî demokratlıktan tam demokratlığa evrildiğimiz ölçüde hızlanacak ve ancak o zaman güçlü bir demokratikleşme mücadelesi verebileceğiz. Yoksa, hediye paketlerinden ancak bu kadarı çıkar.