30 Kasım 2022

90 evladımızı ne uğruna yitirdik, daha kaç canımız gidecek?

6'lı Masa sesini savaşa karşı olan barışçı demokratik muhalefetle birleştirebilse, iktidarın militarist, savaşçı, yayılmacı siyasetinin karşısında yer aldığını kitlelere haykırabilse, kitlelerle birlikte gümbür gümbür "savaşa hayır!" diyerek meydanları inletebilse, işte o zaman umut olabilir ve sandığının aksine, ancak o zaman seçimi kazanabilir

Siz onlara şehit diyorsunuz, ben kurban diyorum. Kendi bekanız, kendi çıkarlarınız, kendi menfur emelleriniz uğruna yabancı topraklarda ölmeye ve öldürmeye gönderdiği evlatlarımız onlar: iktidarın kurbanları…

Pençe-Kilit harekâtının başladığı 17 Nisan'dan bu yana 90 canımızı yabancı topraklarda yitirdik. Sadece son 6 günde sekiz "şehit"; Karkamış'a düşen füzelerde biri çocuk, biri genç öğretmen kızımızı, Taksim'deki terör eyleminde can veren altı insanımızı da ekleyin. Toplam 90 can, üstelik resmî rakamlara göre ve şimdilik…

Terör kurbanlarını ve Karkamış'ta yaşamını yitirenleri neden bu acı hesaba dahil ettiğimi soracak olursanız, tümü aynı bütünlüğün, sınır harekâtı adı altında yıllardır sürdürülen savaşın sonucu ve ürünü.

Ceylanpınar'ı hatırlamazsak 13 Kasım terör eylemini anlayamayız

Yıl 2015'ti, 28 Şubat'ta Dolmabahçe mutabakatını izleyen günlerde umut edilen barışı zedeleyen çatışmalar ve şiddet eylemleri düşük yoğunlukta da olsa sürüyordu. 7 Haziran seçimlerinde AKP çoğunluğu kaybetmiş, HDP güçlenerek 80 milletvekiliyle Meclis'e girmiş, Erdoğan yenilginin faturasını çözüm sürecine çıkarmıştı. 28 Temmuz'da, bu koşullarda Dolmabahçe mutabakatının süremeyeceğini dile getirdi ve "masa" devrildi. Kamuoyunu etkileyen en önemli gerekçe, 22 Temmuz'da Ceylanpınar'da iki polisin evlerinde hunharca öldürülmesi ve cinayeti PKK'nin bir biriminin üstlenmiş olmasıydı.

Kimler tarafından gerçekleştirildiği kuşkulu bu olayın, o dönemde barış ve çözüm karşıtı derin güçler tarafından tezgâhlandığı daha baştan belliydi ama muktedirlere kamuoyunu ikna edecek bir gerekçe, daha doğrusu bahane lâzımdı. Yıllar sonra Ceylanpınar terör eylemi davasında bütün sanıklar beraat etti ve olay faili meçhuller arasında yerini aldı.

13 Kasım 1922'de Taksim'de patlayan bomba haberini aldığımda aklıma ânında Ceylanpınar olayı geldi. Nitekim sonraki günlerde, bombacının kimliğinden tutun da İstiklâl Caddesi'nde defalarca keşif yapmasına, bombayı patlatmadan önce bir saate yakın elinde torbayla beklemesine, sonra kullandığı evde elle konulmuş gibi bulunmasına, daha da önemlisi ifadelerine, ilişkilerine, geçmişine kadar bütün veriler, İçişleri Bakanı ve iktidar tarafından yapılan açıklamaları yalanlıyordu. PKK/PYD'nin, eylemi gecikmeden kesin olarak reddettiğini de hatırlayalım.

Taksim civarında 13 Kasım terör saldırısında yaşamını yitiren canlarımızı, savaş uğruna verilen kurbanlar arasında saymamın nedeni bu işte. Ceylanpınar'ın amacı barış sürecini sona erdirmekti, Taksim'de patlayan bombanın amacı daha da açık: Kim, hangi örgüt yapmış olursa olsun Erdoğan-Bahçeli ittifakının aylardır "bana bir koca lazım, o da bu gece lazım" sabırsızlığı ve özlemiyle hazırlandıkları Kuzey Suriye'ye, Rojava'ya, Kuzey Irak'a kara harekâtına kamuoyunda haklılık kazandıracak gerekçe sağlamak.

Kim yaptı bilemem ama kimin işine yaradığı apaçık ortada.

Karkamış'ta, karşı taraftan atılan bir bomba, obüs, vb. nedeniyle yitirdiğimiz iki canımızı da kurbanların arasında saymamın nedeni ise açık: Savaş varsa, düşman (!) topraklarını ağır bombardıman altında tutuyor, köylerini, mevzilerini, tarlalarını, evlerini hallaç pamuğu gibi atıyorsanız, karşıdakinin elleri de armut toplamaz. Her savaşta iki taraf vardır; ve savaş varsa terör, şiddet, kan, ölüm, zulüm de vardır. Savaş vicdanların karardığı noktadır.

Kara harekâtı yeni acılar, yeni ölümler demektir

Eli kulağında denen, Erdoğan ve Bahçeli'nin dur durak bilmeden tekrarladığı, 6'lı muhalefetin ise "askerlerimizin ayağına taş değmesin"den öte karşı çıkmadığı, hatta İYİ Parti'nin en hamasi militarizm söylemiyle alkışladığı Pençe-Kilit kara harekâtının bilançosu çok ağır olur. Şehit cenazeleri peş peşe geldiğinde, yitirdiğimiz canlar çoğaldığında, yeni göç dalğaları sınırlarımızı zorladığında, kriz içinde debelenen ekonomi büsbütün sarsıldığında, beka yutturmacasının etkisi savaş tamtamları çalanların hesaplarını da bozabilir. Ama, bu hesabı yapmayan, seçimlerde iktidarı yitirecekleri korkusuyla gözleri büsbütün kararmış olanlar, kitleleri bir kez daha kandırmak için her türlü aracı kullanarak, kendi bekalarından başka bir şey olmayan beka silahını çekerek her türlü muhalefeti sindirmeyi bu defa da başarabilirler.

Muhalefet, derin devletin en savaşçı, en şoven ve en Kürt düşmanı odaklarına dayanan Cumhur'cuların oyununa gelecek mi yine? Bu savaştaki acı kayıpların ortağı olacak mı? Şehitlerimizin, kurban edilen canlarımızın kanının kendi ellerine de bulaştığını, yarın tarihin kendilerini de değerlendireceğini hâlâ anlayamayacak mı?

6'lı Masa sesini savaşa karşı olan barışçı demokratik muhalefetle birleştirebilse, iktidarın militarist, savaşçı, yayılmacı siyasetinin karşısında yer aldığını kitlelere haykırabilse, kitlelerle birlikte gümbür gümbür "savaşa hayır!" diyerek meydanları inletebilse, işte o zaman umut olabilir ve sandığının aksine, ancak o zaman seçimi kazanabilir.

Boşuna konuşuyorsun, diyeceğinizin farkındayım. Ama susmak bile vicdanımı yaralıyor. Hiç değilse kendi ahlakımız, kendi vicdanımız için, şu günlerde nerede, nasıl yapabiliyorsak öyle, "Bu bizim savaşımız değil, SAVAŞA HAYIR" diyen sesimizi yükseltelim.

Oya Baydar kimdir?

Oya Baydar, subay bir baba (Ahmet Cevat Baydar) ve Cumhuriyet'in ilk öğretmenlerinden Behice Hanım'ın kızı olarak 3 Temmuz 1940'ta İstanbul / Kadıköy'de doğdu. Politik mücadele yıllarında içinde bulunduğu yapılara karşı da eleştirel bakışını esirgemeyen açık sözlü tavrıyla özgül bir etki yaratan; görüş, eleştiri ve önerileri her kesimde takip edilen yazar, Notre Dame de Sion Fransız Kız Lisesi'ni bitirdi.

Edebiyat hayatına esas itibarıyla 17 yaşında lise öğrencisiyken yazdığı ve Hürriyet gazetesinde tefrika edilen Umut Yolu adlı romanla atıldı. Françoise Sagan'ın Bonjour Tristesse romanından etkilenerek kaleme alınan bu roman, gazete tarafından ismi değiştirilerek Kalbimin Aradığı Erkek adıyla basıldı ve Baydar çok genç bir yazar olarak gazetedeki ilanlarda "Türkiye'nin Sagan'ı" olarak tanıtıldı. Baydar, gazete sayfalarında kalan bu romanını daha sonra kitap halinde yayınlamadı.

1960'ta lise son sınıftayken -kendisine okuldan atılma sıkıntısı da yaşatan- Allah Çocukları Unuttu romanını yayımladı. Baydar'ın ikinci romanı Savaş Çağı Umut Çağı (1963), ilk basımından yaklaşık 40 yıl sonra, 2010'da Savaş Çağı Umut Çağı: Bir Yirmi Yaş Güncesi adıyla yeniden yayımlandı.

Biri tefrika olarak Hürriyet gazetesi sayfalarında kalan, diğer ikisi ise kitap halinde basılan bu üç romanın ardından Oya Baydar, gazetecilik ve politik mücadele içinde geçen yaklaşık 30 yıl edebî eser kaleme almadı.

Hürriyet gazetesinde tefrika edilen romanından aldığı telif ücretiyle Paris'e gitti, orada sosyalist çevrelerle iletişime geçti. Paris'te kurduğu iletişimin etkisiyle sosyoloji okumaya kadar verdi.

1960'ta girdiği İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nü 1964 yılında bitirdi. Aynı yıl sosyoloji bölümüne asistan olarak girdi ve "Türkiye'de İşçi Sınıfının Doğuşu" konulu doktora tezine başladı. Doktora tezinin Üniversite Profesörler Kurulu tarafından iki kez reddedilmesi üzerine, öğrenciler bu olayı protesto etmek için üniversiteyi işgal ettiler. Bu olay Türkiye’de ilk üniversite işgali eylemi oldu.

1966'da Türkiye İşçi Partisi'ne (TİP) üye oldu. Bir süre, ABD'de Columbia Üniversitesi'nde, sosyal bilimlerde istatistik yöntemleri konusunda çalıştı. 1969-70 arası Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde asistanlık yaptı.

Toplumsal hareketliliğin yükseldiği, Türkiye'nin sosyalist düşünce ve örgütlenmeyle tanıştığı 1960'larda, edebiyatı tümüyle bırakıp toplumsal-siyasal yapı araştırmalarına yöneldi ve sosyalist hareket içinde aktif oldu. Sosyalist Parti İçin Teori ve Pratik (1970-71) dergisinin kurucuları arasında yer aldı.

12 Mart 1971 askeri darbesi sırasında Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) ile Türkiye İsçi Partisi (TİP) üyesi olduğu için tutuklandı ve üniversiteden çıkarıldı.

Bu dönemde Yeni Ortam ve Politika gazetelerinde köşe yazarlığı yaptı (1972-79). Eşi Aydın Engin ve Yusuf Ziya Bahadınlı ile birlikte İlke dergisini kurdu ve Türkiye Sosyalist İşçi Partisi'nin (TSİP) kuruluşuna katıldı.

Yazılarıyla ilgili olarak hakkında eski Türk Ceza Kanunu'nun 312, 142 ve 159. maddelerinden 30 dolayında dava açıldı. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sırasında bulunduğu Almanya'dan Türkiye'ye dönemedi ve 12 yıl boyunca Almanya / Frankfurt'ta siyasi göçmen olarak yaşadı. Bu yıllarda Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde, Sovyetler Birliği'nde, Moskova'da bulundu.

Baydar, sürgün yıllarının ardından 1992'de Türkiye'ye döndü. Tarih Vakfı ile Kültür Bakanlığı'nın ortak yayınları olan "İstanbul Ansiklopedisi"nde redaktör, "Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi"nde yayın yönetmeni olarak çalıştı.

Yeniden döndüğü edebiyatta ardı ardına yayımladığı öykü ve romanları ile çok sayıda ödül kazandı. Elveda Alyoşa ile 1991 Sait Faik Hikâye Armağanı'nı, Kedi Mektupları adlı kitabıyla 1993 Yunus Nadi Roman Ödülü'nü, Sıcak Külleri Kaldı romanıyla 2001 Orhan Kemal Roman Armağanı'nı, Erguvan Kapısı'yla 2004 Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü'nü, Çöplüğün Generali romanıyla TÜYAP Kitap Fuarı'nda 2009 yılı Dünya gazetesi yılın telif kitabı ödülünü aldı.

İtalyan Carical Vakfı tarafından verilen "Akdeniz Kültürü Ödülü"ne 2011'de Hiçbir Yere Dönüş adlı romanıyla Oya Baydar layık görüldü.

Sıcak Külleri Kaldı romanı ile de 2016 yılının Fransa / Türkiye Edebiyat Ödülü'nün de sahibi oldu.

2001'de Türkiye Barış Girişimi'nin kurucusu ve sözcüsü olan yazar, aynı zamanda PEN Yazarlar Birliği üyesi.

Kitapları 23 dilde yayımlanan Oya Baydar, kuruluş günlerinden itibaren T24’te köşe yazıyor, İstanbul'da ve Marmara Adası'nda yazmayı sürdürüyor.

ESERLERİ

Roman

Allah Çocukları Unuttu (1960)
- Savaş Çağı Umut Çağı (1963)
- Kedi Mektupları (1997)
- Hiçbiryer'e Dönüş (1999)
- Sıcak Külleri Kaldı (2000)
- Erguvan Kapısı (2004)
- Kayıp Söz (2007)
- Çöplüğün Generali (2009)
- O Muhteşem Hayatınız (2012)
- Yolun Sonundaki Ev (2018)
- Köpekli Çocuklar Gecesi (2019)
- Yazarlarevi Cinayeti (2022)

Deneme

- Surönü Diyalogları (2016)

Öykü

- Elveda Alyoşa (1991)
- Madrid'te Ölmek
- Mırınalı Madride (2007)

Anlatı

- Bir Dönem İki Kadın: Birbirimizin Aynasında (Melek Ulagay ile, İstanbul 2011) Yetim Kalacak Küçük Şeyler (2014)
- Aşktan ve Devrimden Konuşuyorduk
- Oya Baydar ile Nehir Söyleşi (Ebru Çapa ile, 2018)
- 80 Yaş Zor Zamanlar Günlükleri (2021)

Yazarın Diğer Yazıları

Istakoz, Maldivler, pahalı saat muhalefeti AKP'nin AK'lanmasına yeter mi?

AKP kendi içinde bir muhasebeye yönelmek istiyorsa 2002 AKP'sinden 2024 AKP'sine adım adım nasıl gelindiğini; ıstakozu, Maldivler'i bir yana bırakıp Reis'in metaformozu ve Beştepe zihniyeti üzerinden düşünmek zorunda

"Kobane düştü düşecek"ten Kobane Davası provokasyonuna

Başta CHP, demokratik muhalefet bu davaya sahip çıkmak zorundadır. Yargının ne ölçüde siyasallaştığını, sadece Beştepe'nin değil tarikatların, cemaatlerin elinde olduğunu herkesin bildiği Türkiye'de "Yargı kararıdır, ne yapalım," demek ipe un sermektir, tezgâhlanan provokasyona su taşımaktır

Hukuksuzluk değil irade gaspı ve siyasî ahlâksızlık

Özgür Özel'in genel başkan olarak, Ekrem İmamoğlu'nun da en büyük ve en önemli belediyenin başkanı olarak heyetleriyle birlikte acilen Van'a gitmelerini, sadece kendi adıma değil ama asıl, hafızalarda hâlâ diri olan kötü yaşanmışlıklar, yetmedi son genel seçimlerde CHP'nin genel başkanı olan Kılıçdaroğlu'nun ırkçı faşist kimliklerle yaptığı gizli protokoller ve benzer uygulamalar yüzünden güvenleri sarsılmış Kürt halkı adına rica ve talep ediyorum