İstanbul Kültür Sanat Festivali kapsamında seyrettiğim filmlerden birisi Özgürlük (Liberté) idi. 2019 Cannes Jüri Özel Ödülü alan film, alacakaranlık bir gecede, Fransa Kralı 16. Louis'in ahlâki kural ve baskılarını reddeden bir grup kadın ve erkeğin, yaşadıkları haz ve tensel arzularla kendilerini yeniden var edişlerini aktarıyor.
Kışkırtıcı ve cesur bir filmdi doğrusu ve izlemesi hiç kolay değildi. Zaten tamamen dolu salonun üçte biri filmin çeşitli aşamalarında salonu terk etti.
Film eleştirmeni değilim. O nedenle bu yazıda filme dair yorum yapmayı hedeflemiyorum. Ama film, hazzın sınırsızlığını ve arzunun insanın varoluşu ile yakın ilişkisini düşündürttü bana. Film sonrasında düşündüm "Bir insanın kim olduğunu ne belirler?" diye.
Gözünün rengi, burnunun yapısı, el ve ayak parmaklarının sayısı ya da göbek deliğinin biçimi bir insanın kim ya da ne olduğunu belirler mi? Yoksa kalbinin ağırlığı, karaciğerinin büyüklüğü ya da böbreğin kanı süzme yeteneği mi belirler? Hasılı kelam; çoğu zaman görünen ya da ölçülen bir biyolojik özelliği mi belirler insanın kim olduğunu?
Galiba bu özelliklerden hiçbirisinin insanı belirlemekte yeterli olamayacağı konusunda mutabıkız. Çünkü bu biyolojik özelliklerin tümü kifayetsiz kalır insanı tanımlamada.
Penis ve vajina
Peki ama penis ve vajina neden istisna? Öyle ya penis de vajina da kalp, karaciğer ya da böbrek gibi bir organdır aslında. Ama neden bu organların "ben" ve "biz"le kurduğu ilişki bambaşka?
Hiç kuşkusuz sorunun cevabı bu dünyayı aslında biyolojinin belirlemediğidir. Başka bir ifadeyle, tıbbın nesnesi olan biyolojik organlara yüklenen kültürel anlamların köleleriyiz hepimiz. O nedenle "pankreası olan adam ağlamaz" demiyoruz da "erkek adam ağlamaz" diyebiliyoruz. Ve hiç sorgulamadan kabul ettiğimiz üzere de erkekliğin ölçütünün penisin varlığı ve onun dik durabilme kapasitesinde saklı olduğunu zannediyoruz.
Çok daha önemlisi; örneğin böbreği iyi çalışmayan kişiye değil, penis fonksiyonları "yetersiz" olana takıyoruz "iktidarsız" etiketini.
Peki, topu topu 10-15 santimetre uzunluğundaki bir çıkıntı neden erkeği iktidar kılsın ki?!
Ama ataerkinin hükmü gereğince penis, iktidarın göstereni olunca, vajinaya da "tabi olmak" düşüyor bu "dikotomi" uygarlığında...
Uygarlığın normu
Yıllar önce tıp fakültesi öğrencilerine sınav sorusu olarak biyopolitikanın "hayatla uğraşan politika" anlamına geldiğini vurgulayarak, Bedenin Tarihi (Yapı Kredi Yayınları, 2013) kitabından aldığımız birkaç resmi; "insan, beden, iktidar, bilgi, tıp ve norm" başlıkları içerisinde düşünüp sınavdan sorumlu öğretim üyesiyle tartışmalarını istemiştik. Sınavda sorduğumuz resimlerden üçünü paylaşayım:
Spermatorrhoea Tedavisi (Londra, 1887)
İhtiyaç Yasayı Deler (Paris, Devrim Dönemi)
Bir Yuva Kurarak Kaderinde Yazanı Yaşıyor
(Aile ve Sağlıktan Sorumlu Devlet Sekreterliği, 1943, Fransa)
Spermatorrhoea "hastalığını" bilmeyenler için belirtmek isterim ki; 1800'lü yılların ortalarında "korkunç", "dayanılmaz" ve "ölümcül" olarak tanımlanan bu "hastalık", istemsiz ejekülasyondur (meni boşalması). Dönemin normu uyarınca hastalığın erkeklerin "hayati ısı" kaynağını, evlilik ilişkisi dışında (hem de çocuk yapma amacı taşımaksızın) "boş yere" harcadığı için hem zihne hem de bedene zararlı sonuçları olduğu düşünülüyordu.
Benzetmek gerekirse söz konusu hastalık, kadınların "histeri" hastalığının erkek versiyonuydu.
Hastalığın nedeni ise bugün kimi başka "hastalıklar" için ifade edildiği gibi "erkeksi olmayan bir yaşam" tarzına bağlanıyordu. Bu nedenle hastalara tüylü yatakları kullanmama, yumuşak pantolonlar giymeme ve duygusal edebiyattan kaçınma tavsiye ediliyordu.
"Özdisiplin" metotlarıyla bedenlerini kontrol altına alamayan hastalara ise tıbbi girişim öneriliyordu. Makatın zorla genişletilmesi ve yukarıda resimde gösterdiğim cihazın yerleştirilmesi girişimsel tedavi uygulamaları arasında yer almaktaydı.
Yerleştirilecek cihaz, özü itibariyle bir anti-mastürbasyon aletiydi aslında. Tırtıklı dişleri penise bağlanarak istenmeyen ve "özdisiplin"le kontrol altına alınamayan ejekülasyonların engellenmesi amaçlanıyordu. Tıbbi açıdan bakarsanız cihaz çok başarılı sonuçlar veriyordu. Çünkü cihazı kullananlar, penisin istemsiz ereksiyonu sırasında yaşadıkları acı nedeniyle "ıslak rüyaları"nı tümüyle önleyebiliyorlardı.
Üçüncü bin yılın dünyasından bakıp 1800'lü yılların hastalık ve tedavilerini hor görmek kolaydır. Önemli olan üçüncü bin yılın dünyasında yaşarken üçüncü bin yılın hastalık ve tedavilerine eleştirel gözle bakabilmektir.
Çünkü toplumsal norm, tıpkı 1800'lü yıllarda olduğu gibi günümüzde de hastalıkları ve tedavileri belirlemektedir.
Modern tıp
İnsan topluluklarında nüfus, hemen daima toplumsal üretimin temeli ve bu nedenle muktedirlerin nesnesi olduğu için üreme kapasitesine tarih boyunca özel önem verilmiştir. Modern devletler, hukuk ve tıp aracılığıyla kişilerin üreme kapasitesini yönlendirmenin aslında o toplumun geleceğini şekillendirmek olduğunu fark etmişlerdir.
Öte yandan pek muhtemelen penisin cinsel ilişki sürecinde vajina ile teması sonrası küçülüp sönmesinin egoda yarattığı travma ile başa çıkamama da eril kültür bünyesinde bir tür aşağılık kompleksinin şekillenmesine yol açmıştır. Zaten bu nedenle fallik gösteren olarak penisin bu "çaresizliğini" izah etmek için vajinada penisi yiyip bitiren dişler olduğuna bile inanılmıştır çok da uzak olmayan geçmişte.
Uzun sözün kısası; tarih denilen süreçte ahlâkçı bir Viktoryen öğretiye gömülmüşüz boylu boyunca. Eril uygarlığın dikotomik yalanı uyarınca penis ve vajinayı, hazzın değil üremenin organı saymışız. Her ikisinin de fonksiyonunu haz temeline göre değil, üreme çıktısına göre değerlendirmeye ve hatta ölçmeye kalkmışız.
Kuşkusuz tıp iktidarının desteği, yönlendirmesi ve koşullandırmasıyla...
Kuşkusuz siyasetin "sevişmeyin üreyin; daha çok çocuk doğurun" tavsiye ve emirleriyle...
Başka türlü bir hayat
Ne iyi ki dünya değişiyor. Kendi başına durduğu yerde değil elbette. Mücadele ile, direniş ile, sabır ve emek ile değişiyor dünya. Bu nedenle insanı insan yapan temel duygulardan birisinin aşk ve seks olduğunu bilerek mülkiyet kavramının ötesinde yeniden tanımlamak gerekiyor cinselliği.
Çünkü bilelim ki, bu dünyaya fırlatılmış olmanın huzursuzluğunun ve varlığımıza içkin eksikliğin anlık da olsa aşıldığı bir mecradır aşk ve seks...
Yalnızlığın ve yoksunluğun bir yabancının ellerine kenetlenerek aşılmak istenmesi, dizlerin ve bacakların başka bir tene teması, kelimelerin kifayetsizliğinde birbirlerine bir şeyler anlatabilmek için birbirlerine yönelen insanların yarattığı sıcaklık ve yaklaşan dudakların korunmasızlığında hissedilen ürkek ve meraklı kaygılardır bu dünyada yaşamayı anlamlı kılan.
Hal böyleyse başka türlü bir ütopya tanımlamak gereklidir.
Herkesin, kadın ya da erkek herkesin; gecenin ilerleyen bir saatinde, ya da öğle sıcağının en dayanılmaz saatlerinde; karanlık, kuytu bir köşede ya da tıklım tıklım dolu bir semt pazarının ortasında; onu kimse zorlamadan ya da parasızlık uğruna zorunluluk hissetmeden, sadece kendi istediği için; yanı başındaki ya da bir koşu mesafesindeki bir kadın ya da erkeğe kendisini bırakabileceği bir hayat mümkündür.
Benliğimizin derinliklerinde sakladığımız en mahrem, en utanç dolu duyguları, hisleri ve dürtüleri bir başkasıyla paylaşabilmek; bir yabancının elini memelerimizin üzerine koyup yüreğimizin atışlarını ona dinletmek ve havasızlıktan boğulmuş bir dolmuş yolculuğunda tesadüfen rastlaşan iki gözün karanlığında kaybolmak mümkündür.
Yasaklar, baskılar, kutsallıklar, sorumluluklar, toplumsal kurallar, tartışılmayan doğrular... Tüm bunlar aslında zincirlerimizse, insan olmak için zincirlerimizden başka kaybedecek neyimiz var ki?