Şiddet, sanılanın aksine hayvani dürtülerin doyumu değildir. Aksine toplumsallaşmanın, yani insan olmanın, yani biyolojik değil kültürel bir varlık haline gelebilmenin sonucudur. Arzunun, amaçların, ideallerin yansımasıdır.
Çankaya Üniversitesi Hukuk Fakültesi Araştırma Görevlisi Ceren Damar Şenel’in öldürülmesi sonrası toplumda gelişen tepkiler bir dizi gelişmeyi tetikledi geçen hafta… Ve söz konusu gelişmeler arasında İçişleri Bakanlığı’nın, Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) ile birlikte üniversitelerdeki şiddete karşı ortak hareket edecek olması en vahim olanı!..
YÖK’ten yapılan açıklamada; ortak çalışma grubu sayesinde artan şiddet olaylarının nedenlerinin araştırılacağı, “kampüslerde ve kapalı eğitim alanlarındaki emniyetin artırılması dâhil önleyici tedbirler”in hayata geçirileceği belirtildi.
Oysa sorun bir güvenlik sorunu değil. Daha önemlisi, Albert Einstein’in de ifade ettiği gibi “Sorunlar, onları yaratanların mantığı ile çözümlenemez”.
Ancak unutmayalım Einstein, “İki şey sonsuzdur; insanoğlunun aptallığı ve evren. Fakat ikincisinden emin değilim” de demişti!..
İnsan “kültürel” canlı, şiddet insanî
Şiddet insanîdir.
Şiddet, hayvani saldırganlık değildir. Hayvanlar, bölgelerini ve yavrularını korumak, beslenmek ve üremek amacıyla saldırgan davranışlar gösterebilirler.
Ancak yalnız insanlar (ve şempanzeler), erkeklerin birbirleriyle dayanıştıkları ölümcül erkek koalisyonları kurabilen topluluklar var edebilirler. Sadece insanlar (ve bonobo dışı kimi maymunlar ile foklar), haz ve mutluluk veren cinselliği, eril bir tecavüz şiddetine dönüştürebilirler.
Şiddet, sanılanın aksine hayvani dürtülerin doyumu değildir. Aksine toplumsallaşmanın, yani insan olmanın, yani biyolojik değil kültürel bir varlık haline gelebilmenin sonucudur. Arzunun, amaçların, ideallerin, özdeşimin yansımasıdır.
Konu hakkında yapılan pek çok araştırma şiddetin biyolojik ve genetik faktörlerle de ilişkili olduğunu ortaya koymuştur. Düşük beyin serotonerjik aktivitesi, düşük serum kortizol ve yüksek serum testesteron seviyesi bu faktörlerden birkaçıdır.
Ancak istisnai klinik durumlar haricinde bunlar şiddetin temel ve tek nedeni değillerdir. Çünkü insan, kültürel bir canlıdır.
Şiddet, öğrenilir
İki binli yılların başında, adına Türkiye denilen bu “cennet/cehennem” ülkenin başkentinde yapılan bir araştırmada, ergen ve gençlerin sadece yüzde 27’sinin yaşamları boyunca şiddete maruz kalmadığının ortaya konulmuş olması konu hakkında yeterince fikir vermiyor mu?!..
Gazetelerden, sosyal medyadan, televizyon ekranlarından sızan şiddeti göz ardı etsek dahi 96 yıllık Türkiye Cumhuriyeti’nin son 35 yılı “düşük yoğunluklu çatışma/savaş” ortamında geçti ve hâlâ geçiyor. Dile kolay, cumhuriyetin son üçte birlik döneminde hemen kesintisiz biçimde kan dökülüyor bu topraklarda… “Bedeli neyse öderiz” diye değil, bedelini ödeyerek sürdürüyoruz bu acı ve gözyaşını!..
Her akşam “öldürülen”, “etkisiz hale getirilen” ya da “şehit düşen” gencecik insanlara şahit oluyoruz. Kanıksıyoruz düşmanlığı, çatışmayı, ölümü ve şiddeti.
Daha kötüsü bu durum yeterince kötü değilmiş gibi 20 Temmuz 2016’dan beri memleketin tümü OHAL kapsamında.
O zaman sormak gerekmez mi: Sürekli çatışma ve tehdit algısı altında olağanüstü bir ortamda yaşamaya mahkûm edilen Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının, gündelik yaşam sorunları karşısında müzakereden yana barışçı ve olağan tepkiler vermelerini nasıl bekleyebiliyoruz?
Hemen her akşam bu ülkenin yaklaşık yarısının açıkça tehdit edildiği, başlarının kesilmesinin istendiği, akıtılacak oluk oluk kanlarda duş alınma fantezilerinin sırtının sıvazlandığı bir ülkede, Nazım’ın dizelerinde tariflediği gibi “taştan, tunçtan, alçıdan, kâat”tan gölgeler yok olmadan, çorbamızdaki bıyıklar, odalarımızdaki gözler silinmeden herhangi bir sorunun tarafları arasında barışçıl bir diyalog kurmak mümkün mü?
“Frontal korteks”e dikkat!
Araştırmalar, beyinde insanı insan yapan; insanın eski bilgilerle yeni durumları hercümerç ettiği, bilinç dışını dâhil ettiği ve şimdi ile geleceğe yönelik kararlar aldığı bölge olan frontal korteksin yetersizliklerinde şiddet eğiliminin arttığını gösteriyor. Frontal korteksin olgunlaşmasının ise sosyal koruma(sızlık) ve öğrenme ile doğrudan ilişkili olduğunu biliyoruz.
Davranışsal ve duygusal “disregülasyon”un (düzensizlik/karışıklığın) şiddet için önemli bir risk faktörü olduğuna işaret ediyor bilimsel araştırmalar… Sosyal açıdan mahrum bırakılma, kol–kanat gerilmeme, “düşman” olarak etiketlenme, açlığa ve yoksunluğa terk edilme gibi durumların insanların kendilerine yönelik algıyı bozduğunu, kişilerin öz saygısını düşürdüğünü ve azalmış öz saygının da şiddeti tetiklediğini biliyoruz.
Sosyoekonomik eşitsizliğin, düşük ücretin, ailenin düşük gelire sahip olmasının, eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik alanlarında tutarlı politikaların olmamasının ve sosyal korumadan ziyade ekonomik kalkınmaya yönelik devlet politikalarının şiddet için bir risk faktörü olduğunu da biliyoruz.
Çocukların sosyal öğrenme yolu ile kendilerine ait sosyal gruptan davranışları öğrendiklerini, ödül ve yaptırım uygulamasına göre barışçıl ya da şiddet edimleri geliştirdiklerini de biliyoruz.
İnsanın, bir imkânsızlık hali olarak içsel gerilimini sıfıra indireceği o anı aradığını, ancak ölüm dışı hiçbir durumda içsel geriliminin sıfırlanamayacağını da biliyoruz.
Ancak bu bilgilerin aksine, başarıya ulaşmak için her yolun mubah olduğu, herkesin işini bilmesi gerektiği ve yolsuzluklardan utanmaması gerektiği belletildi bu topluma…
Özellikle son 15 yılda eğitimsizliğin bir lütuf; okumanın ve öğrenmenin bir değersizlik; liyakat yerine biatın değer; kural ve yasaların değil, keyfiyetin ve çıkarın belirleyici olduğu; kadınların eşit olmadığı; farklı düşünenlerin hain sayılması gerektiği; hainlerin ortadan kaldırılması için her şeyin yapılabileceği ve bu amaç için hiçbir etik ve insani değerin önemli olmadığı öğretildi bu topluma…
Hal böyleyse sınavda başarıya ulaşmak için kopya gibi bir yolun meşru görülmesi, çekinerek değil büyük bir özgüvenle bunun ifade edilmesi ve rüşvetin bir peçete kâğıdıyla aklandığı gibi kopya tutanağının da yok edilerek olayın aklanabileceğinin düşünülmesi çok mu şaşırtıcı?
Her iyide biraz kötü, her kötüde biraz iyi
Ötekini dikkate almayan, sadece kendi egosunu dayatan her davranış modelinin, kopya çekiminde olduğu gibi, eninde sonunda mutlaka bir engelleme ile karşılaşması ve bu engel sayesinde öteki ile temas etmesi kaçınılmazdır.
Ancak bu temasın sonucunda şiddetin yaşanması mutlak akıbet değildir. Çünkü ne iyi ki öteki ile her karşılaşma şiddete yol açmıyor. Aksine bireyin ötekiyle karşılaşma sonrası yaşadığı narsistik travmalar, uygun koşullarda resim, yazı, fotoğraf ve bin bir değişik yolla insanın yaratıcılığını tetikleyen bir sürece de evrilebiliyor.
Daha önemlisi ötekiyle yaşanan bu çatışmalı temas, ötekini tanıdıkça “kayıp cenneti” çalanın onun olmadığını fark etmesine, sorunlarının ondan kaynaklanmadığını anlamasına, öteki ile aynalanmasına ve ötekinden yansıyanlarla kendisini tüm eksikliğiyle kurarak kişinin yetişkin hale gelmesine de katkı sunabiliyor.
Hayat siyah-beyaz dikotomilerle okunmadığı sürece, küçük iktidarlar için tüm sorunların nedeninin öteki olduğu iddia edilmediği sürece, bu dünyanın aslında cennet olmadığının fark edilmesine izin verildiği sürece, yaşamın iyilerle kötülerin kavgasının ötesinde, her iyide biraz kötü ve her kötüde biraz iyilik olduğunun görülmesine imkân tanındığı sürece ve her insanın içinde hem Gollum hem Smeagol’un yaşadığının anlaşılması sağlandığı sürece şiddet toplumsal yaşamda azalıp şekil değiştirebiliyor.
Yaşanan travmalar, şiddete yol açmak yerine, her yöne sonsuz gelişme potansiyeli olan insanın benden ötesindeki benini insanileştiriyor. Öfkesini ölümcül şiddete dönüştüren katillerin yerini, uygarlığın huzursuzluğunu ve hayatın yükünü, romanlara, şiirlere, şarkılara, resimlere ya da hasbelkader bu satırların yazarı gibi sanal bir yazıya dönüştürenler alıyor.
Ne yazık ki Türkiye, ısrar ve inatla bu gerçeklere aksi bir yolda yürümeye devam ediyor.
Hem de ölümüne!..