Kars’taki “İnsanlık Anıtı”nın yıkılmasının ne kadar ilkel bir uygulama olduğu açık. Bu yıkma eylemi insalık adına utanç verici bir olaydır. “İnsanlık Anıtı” bu yıkım uygulaması ile “İnsanlık Utancı”na dönüşmüştür. Sanatçı Mehmet Aksoy “İnsanlık Anıtı” eserinin, Recep Tayyip Erdoğan da “İnsanlık Utancı” eserinin mimarı ve yaratıcısıdır. İkisi de bu eserleri ile hatırlanacaklardır.
Bir ülkenin Başbakanı, bir ilimizde bulunan bir heykele “ucube” diyor ve onun yıkılmasını emrediyor. Bunu gerekçelendirirken de, sadece heykele “ucube” demiyor, bu heykelin çevresinin dini açıdan önemli bir yer olduğunu söylüyor, önemli olduğunu söylediği bir din adamıyla bu bölgeyi ilişkilendiriyor, ondan sonra heykelin yıkılması gerektiğini söylüyor. Heykeli estetik kaygıyla mı yoksa dini kaygıyla mı yıktırıyor, yoksa iki etken de var mı, o tam belli değil. Malum İslam dininde heykele ve resime karşı olumsuz bir duruş var; Kuran-ı Kerim’de heykel ve resim aleyhinde ayetler var; en azından bu tür bir yoruma açık olan ayetler var. Bu nedenle Osmanlı İmparatorluğu’nda heykel ve resim yüzyıllarca ihmal edilmiş, Osmanlı sanatın bu önemli iki dalından mahrum kalmış. Aynen felsefe ve bilimden mahrum kaldığı gibi. Şimdi laik Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı çıkıp heykelin yıkılmasını buyuruyor, ferman çıkartıyor bu konuda.
Sadece estetik bir kaygı ise mesele, yine bunun elle tutulur bir gerekçesi olamaz. Sonuçta bir Başbakan’ın estetik yargıları olabilir, ancak bu yargıları heykel yıkmak için kullanmaz, bu yargıları kendisine saklar, ona göre evini, ofisini dekore eder, ama sokaklara, meydanlara, caddelere, ovalara, tepelere, dağlara karışmaz, heykel yıkmaz. Belediye Başkanı olsa bile yine heykel yıkmaz, kendi kişisel zevkine göre heykel de yapmaz, bir heykel yapacağı varsa, sanatçılardan oluşan bir komisyon kurar, onlara danışır, heykeli öyle yapar.
Mesele dini bir mesele ise bunun da haklı bir gerekçesi olamaz; eğer sanatta bile referans din ise, bu Recep Tayyip Erdoğan’ın dinci bir zihniyete sahip olduğunun tescili olur, sanata bile din ekseninden baktığını gösterir, 16. 17. 18. yüzyıl Osmanlı zihniyetinin bir uzantısı olduğunu, bu zihniyeti 21. Yüzyıla kopyalamaya çalıştığını, gerici bir zihniyete sahip olduğunu, irticacı olduğunu kanıtlar. Yani meseleye nereden bakarsanız bakın bir rezalet, bir skandal. Laik, çağdaş, uygar, demokrat, Avrupa Birliği’ne girmeye çalışan Türkiye Cumhuriyeti’nin 21. Yüzyıldaki görüntüsü, Afganistan’daki şeriatçı Taliban çetelerinin Buda heykellerini yıkmaya çalışması görüntüsüyle aynı görüntü!
İşte bu heykelin “Allahu Ekber!” sesleri eşliğinde yıkılmaya başlanmasından bir gün sonra, gündemi değiştirmek istercesine, Recep Tayyip Erdoğan “çılgın” olduğunu iddia ettiği “müthiş” projesini açıklıyor: “Kanal İstanbul!”. İlk duyduğumda anlamadım, “Ne oluyor, ne kanalı, yeni bir televizyon kanalı mı kuruldu?” dedim. Meğerse mucit Recep Tayyip Erdoğan, İstanbul’un batısında, Trakya’da, İstanbul Boğazı’na paralel, Karadeniz’i Marmara Denizi’ne bağlayan yeni bir kanal açacakmış! Mevcut bir doğal su geçiti varken, onun hemen yanıbaşında, on milyarlarca dolar harcayarak, bir Panama Kanalı, bir Süveyş Kanalı, bir Korint Kanalı çapında bir kanal inşa etmek, ancak AKP’nin ve Recep Tayyip Erdoğan’ın aklına gelecek bir şey olabilir. Dünyanın hangi ülkesinde böyle bir durum söz konusudur? Doğal bir geçit varken, onun hemen yanına, dünyanın parasını harcayarak, başka bir geçit yapmak. Sanki Türkiye Cumhuriyeti dünyanın süper gücü, son derece zengin, halkı refah içinde, kasası parayla dolup taşıyor, yüz milyarlarca dolar iç ve dış borcu yok! (Aslında Recep Tayyip Erdoğan’a da haksızlık etmeyelim, gazete haberlerine göre, bu fikir 17 yıl önce Bülent Ecevit tarafından ortaya atılmış; eğer doğruysa, Ecevit de muhtemelen danışmanlarının tuzağına düşmüştür).
Bu projenin çılgın olduğu kesin de, bu olumlu anlamda bir çılgınlık değil, olumsuz bir delilik anlamında çılgınlık olabilir ancak. Recep Tayyip Erdoğan, İstanbul Boğazı’nın bu projeyle tehlikeli tanker trafiğinden de korunacağını söylüyor. Tam bir komedi! İstanbul Boğazı’nda tanker trafiği olmasını elbette kimse istemez, biz de istemezdik ama, İstanbul Boğazı’nın mutlak egemenliği Türkiye Cumhuriyeti’nde değil ki! Burası Türkiye Cumhuriyeti topraklarının ortasından geçen, ancak Türkiye’nin de imzaladığı Montreux Antlaşması’na göre, zorunlu olarak uluslararası yük ve yolcu taşımacılığına açık olan, hiçbir biçimde yolcu ve yük taşımacılığına Türkiye tarafından kapatılamayacak olan, ancak uluslararası hukukun çiğnenmesi ve/veya Rusya ile savaşın ve/veya büyük bir krizin göze alınması durumunda gemi trafiğine kapatılabilecek olan bir yer. Şimdi diyelim ki Türkiye buraya onlarca milyar dolar harcadı, kanal bitti, sonra Rusya dedi ki, “Ben bu kanalı kullanmak istemiyorum, buradan geçiş hem çok yavaş hem çok pahalı, ayrıca Karadeniz’in doğal bir uzantısı olan geniş İstanbul Boğazı varken, kapısı ve kilidi Türkiye’nin elinde olan daracık bir kanaldan gemilerimi geçirmek için Montreux’dan kaynaklanan haklarımdan vazgeçmem, Montreux Antlaşması’ndaki haklarımı kullanarak Kanal İstanbul’dan değil, İstanbul Boğazı’ndan geçeceğim!” Bu durumda ne olacak, on milyarlarca dolar çöpe mi atılmış olacak, bu kanal, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları burada balık tutsunlar diye mi yapılmış olacak?
Yoksa bizim bilmediğimiz başka “çılgın” bir durum var da, borç içinde yüzen, sefaletten hala kurtulamamış olan Rusya, bu kanalı kendisi için ve bizim için bedavaya mı inşa edecek? Belki de tam tersi, Recep Tayyip Erdoğan, bu kanalın inşaat ihalesini Rusya’ya verecek, karşılığında Montreux’yü tekrar müzakere edecek, hem Rusya’yı hem de Ukrayna’yı, Romanya’yı, Bulgaristan’ı, Gürcistan’ı, yani Akdeniz’e sadece İstanbul Boğazı’ndan çıkabilecek olan ülkeleri ikna edecek. Örneğin kanal ihalesi ile Montreux’nün kaderi aynı masada belirlenecek, diplomatlar, bürokratlar ve tüccarlar bir masada oturup anlaşacaklar, koskoca Rusya ve Ukrayna Montreux’den kaynaklanan haklarından vazgeçecekler, kapısı ve kilidi Türkiye’nin elinde olan daracık bir su kanalını, koca bir denizin doğal uzantısı olan İstanbul Boğazı’na tercih edecekler. Aslında olmayacak şey değil, ama olursa da tarihe bir ilk olarak geçer bu herhalde.
Eğer Türkiye’nin bu kadar çok parası varsa, bu parasını neden eğitime, sağlığa, yeni iş yerleri açmaya harcamaz da, mevcut bir doğal deniz geçitinin yanıbaşına bir kanal açmaya harcar? Bu “büyük proje” takıntısı nedir? İlla bir köprü, baraj, otoban, kanal mı yapmak gerek? Eğitim ve sağlık neden hiç “büyük proje” olarak görülmez bu muhafazakar kesim tarafından, bunu hiç anlayabilmiş değilim. Acaba halkın refahı, rahatı, huzuru ile doğrudan ilgili olduğu için mi? AKP ve muhafazakar kesim bu halkı büyük olarak görmüyor mu yoksa? Büyük olan sadece köprü, kavşak, yol, otoban, baraj, gökdelen, kanal ihalesi alan, arazileri değer kazanan yakın dostlar, arkadaşlar, gelenekçi dindaşlar mı?
Ama parayı, aslında olmayan bir parayı, muhtemelen bir krediyi, borçla edinilmiş bir parayı, illa bir “büyük projeye” harcamak istiyorlarsa, neden bunu Samsun’dan İskenderun’a kadar uzanacak olan bir petrol boru hattına harcamıyorlar? Böylece petrol yüklü tankerlerin trafiği zaten otomatik olarak engellenmiş olur, petrol yükleme, boşaltma işi Samsun ve İskenderun limanlarında yapılır, burada rafineriler kurulur, bu kentlerde de yeni iş sahaları açılmış olur.
Bir de deniyor ki, bu kanal açılınca, burası ikinci bir İstanbul gibi olacak, burada yeni yatırımlar olacak, buraya insanlar akın edecek. Yani İstanbul iyice boğulacak! Sanki kanalın geçeceği Silivri yakınları İstanbul’a 6 saat mesafede bir yer! İstanbul-Silivri TEM yolundan zaten 30 dakika! Bunun İstanbul’u kurtarmakla ne ilgisi var? Herkes doğudan batıya göç nasıl durdurulur, doğuya nasıl yatırım yapılır diye yıllarca kafa patlatırken, mucit Recep Tayyip Erdoğan, doğu halkını batıya, hem de Trakya’ya, Türkiye’nin en batısına, İstanbul’un dibine çekecek.
Bir de tabii insanları bir kanal neden çeksin, o da ayrı bir mesele. Recep Tayyip Erdoğan’ın sözünü ettiği kanal, kendi verdiği bilgilere ve gösterdiği görüntülere göre, İstanbul Boğazı kadar geniş ve doğal değil, (zaten olamaz da), yaklaşık 150 metre eni var, düz birçizgi üzerinde ve yerin biraz dibinde. Yani vatandaş ancak bir köprüden geçerse bu kanalın suyunu görebilir; karadan bakıldığında, yanına 20 metre bile yaklaşsanız, suyu göremezsiniz, ancak gözünüzün önünden geçen bir tankerin güvertesini, direğini, bayrağını görebilirsiniz! Hatta karada yüzen bir gemi görüntüsü oluşur! Şimdi İstanbul’un taşı, toprağı ve tabii ki denizi ve boğazı için de bu kente gelen halkımız, boğaz kenarında hafta sonları yürüyen, balık tutan, parklarda dinlenen halkımız, birden, “Hanım hadi kalk da şu Kanal İstanbul’da bir yürüyüş yapalım, gezelim” mi diyecek?! Ya da hali vakti biraz daha yerinde olan birisi kanala nazır rakı-balık işine girip, kanala bakıp efkarlanacak mı ya da rahatlayacak mı, kanalda güneşin batışını mı seyredecek? Vatandaş kanala gitse ne olacak, gitmese ne olacak, kanalın dibine kadar yürüse bile, sunni ve daracık bir su birikintisini mi seyredecek, aval aval gelip geçen kamyonlara bakar gibi gelip geçen tankerlere mi bakacak? Bu kanalın albenisi nedir, insanlar oraya neden yerleşir, bunu anlayabilmiş değilim. İstanbul Boğazı ile İstanbul Kanalı karşılaştırma kabul eder mi? Eğer mesele doğa, dinlenme, estetik, romantizm vs değilse, iş sahası açmaksa, bunun için illa Trakya’yı ve İstanbul’un dibini mi seçmek gerekir?
Aklıma takılan bir diğer mesele, Recep Tayyip Erdoğan’ın da dediği gibi, bu kanal açılırsa, İstanbul’un Avrupa yakası bir ada olacak! Milyonlarca yıldır karadaydık, hadi şimdi dört tarafı sularla çevrili ada olalım, o da sorun değil de, bu durumda İstanbul’un Avrupa yakası olarak bildiğimiz yer Avrupa kıtasından da kopmuş mu olacak? Malum İstanbul’un en önemli özelliği, dünyada iki kıta üzerine kurulu tek kent olması; bir tarafı Asya bir tarafı Avrupa’da olan bir kent ve bu gerçekten olağanüstü, muhteşem bir durum, bu kentin en büyük özelliği. Şimdi mucit Recep Tayyip Erdoğan’ın “büyük projesiyle” İstanbul’un Avrupa yakası, aslında İstanbul kentinin de kurulduğu yer ve kentin hem tarihsel hem modern merkezi, Avrupa ile Asya arasında sıkışmış kalmış bir ada mı olacak?! Şimdi burası eskiden olduğu gibi Avrupa mı olacak yoksa Asya mı olacak, bu ada coğrafi olarak hangi kıtada sayılacak? Öyle ya, İstanbul’un kurulduğu yer ve merkezi Avrupa kıtasında ve karada; şimdi batısında oluşturulacak boydan boya bir su yarığı ile ne olacak? Türkiye’nin en büyük kenti de Avrupa kıtasından kopmuş olmayacak mı? Avrupa Birliği’nden zaten koptuk, bari coğrafi olarak da kopalım, Avrupa’daki topraklarımızın yüzölçümü de iyice azalsın, Orta Doğu’ya tam olarak monte olalım! Hatta bu su kanalını Edirne’den açalım, Avrupa kıtasında hiç toprağımız kalmasın! Hatta biraz geniş açalım, 150 metre yetmez, 600-700 metre açalım, hatta İstanbul Boğazı’nı da toprakla, çakılla dolduralım ve kapatalım ki, hiç tartışmaya ve yoruma açık bir durum kalmasın, Asyalı olduğumuz coğrafi olarak da tescil olsun!
Ben CHP yönetiminin yerinde olsam bu deli saçması komik projeyi meydanlara taşırım ve “İstanbul’u Avrupa’dan Kopartmayacağız, Türkiye’yi Gericilere Teslim Etmeyeceğiz!” diye bir kampanya başlatırdım, bu coğrafi tartışmayı, siyasi tartışmaların mecazi bir sembolü haline getirirdim.
Kanal İstanbul TV’yi önümüzdeki aylarda sık sık izleyeceğiz galiba.
İyi yayınlar!