ABD’nin Ankara’daki Büyükelçisi Francis Ricciardone, medyanın Ankara’daki temsilcileriyle gerçekleştirdiği basın toplantısında, Türkiye’de akademisyenlerin, siyasetçilerin, milletvekillerinin, gazetecilerin, yazarların, askerlerin, somut olarak neyle suçlandıklarını bile bilmeden, uzun tutukluluk süreleriyle hapiste olmalarını anlamakta güçlük çektiklerini, bunun ABD’nin ve Avrupa Birliği’nin adalet ve yargı ölçütleriyle bağdaşmadığını söyledi.
Bunun üzerine AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik, terbiye sınırlarını da aşarak, Büyükelçi Ricciardone’ye, “Haddini bil! Anlaşılan Büyükelçi haddini bilmeyi henüz öğrenemedi! Büyükelçi içişlerimize karışamaz!” biçiminde bir açıklama yaptı.
Arkasından da, ABD Büyükelçisi Ricciardone, Dışişleri Bakanlığı tarafından uyarıldı, durduk yere Türkiye ile ABD arasında bir sıkıntı daha çıktı.
Türkiye’yi bugünkü hale getirenler, adaleti yerle bir edenler, yargıya olan güveni sıfırlayanlar, sivil diktatörlük kuranlar kim? AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Bülent Arınç, Hüseyin Çelik, Bekir Bozdağ, Sadullah Ergin, Ömer Dinçer gibi yardımcıları, bakanları, milletvekilleri.
Pekiyi, bu konuda AKP hükümetini sadece ABD Büyükelçisi mi eleştiriyor? Hayır! Türkiye’deki sivil toplum üyeleri eleştiriyor, hukukçular eleştiriyor, akademisyenler eleştiriyor, medya üyeleri eleştiriyor, siyasi partiler eleştiriyor, Avrupa Birliği eleştiriyor.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül bile uzun tutukluluk sürelerini ve bu yargı sürecini eleştiriyor! Hatta Başbakan Recep Tayyip Erdoğan bile, uzun tutukluluk sürelerini son zamanlarda eleştirmeye başladı!
ABD Büyükelçisi Ricciardone de onların söylediklerinden farklı bir şey söylemiyor!
Bu durumda Hüseyin Çelik ve onun gibilere ne oluyor?! Haddini bilmesi gereken Ricciardone mi, yoksa Çelik ve onun gibiler mi?!
Türkiye’de öyle bir hükümet olur ki, bu hükümet temel insan haklarına saygılı olur, düşünce, basın ve protesto eylemi özgürlüğüne saygılı olur, ülkede adaleti sağlar, ancak buna rağmen bir yabancı Büyükelçi çıkıp densiz bir eleştiri ortaya koyar, o zaman siz, o Büyükelçi’ye “Haddini bil” dersiniz.
Bizde ise şu oluyor: Hem kendi ülkenizde kendi vatandaşlarınıza zulüm yapıyorsunuz, hem de “Bana kimse karışamaz!” diye bağırıyorsunuz. Böyle bir dünya yok, böyle bir yaşam yok!
Siz kendi içinizde bazı sorunları çözemez hale gelirseniz, birileri de gelir sizin içişlerinize karışır! Sonuçta Avrupalılar da, Amerikalılar da Plüton’da yaşamıyorlar! Hepimiz aynı dünyada yaşıyoruz, hepimiz aynı gezegeni paylaşıyoruz!
12 Eylül askeri yönetimi zamanında da, Avrupa Birliği ülkeleri insan hakları ihlallerinden dolayı Türkiye’deki yönetimi eleştirirken, faşist cunta lideri Kenan Evren, “Siz bizim içişlerimize karışamazsınız” diye yanıt veriyordu. Hüseyin Çelik ve onun gibilerinin de şu anda yaptıklarının, ondan hiçbir farkı yok!
Şu düştüğümüz hallere bir bakın: Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin uygulamaları Türkiye’nin ve Türkiye halkının aleyhinde bir duruma yol açıyor, ABD Büyükelçisi’nin Türkiye’deki adaletin durumuyla ilgili söyledikleri ise Türkiye’nin ve Türkiye halkının lehinde bir durumu temsil ediyor. ABD Büyükelçisi bile, en azından adalet mekanizması hakkındaki son açıklamalarıyla, Türkiye’nin ve Türkiye halkının haklarını, Türkiye Cumhuriyeti hükümetinden daha iyi savunur bir hale geldi!
Ancak ABD Büyükelçisi yine de, Türkiye’deki hukuksuz, adaletsiz yargı sürecini eleştirdiği için, Dışişleri Bakanlığı tarafından uyarı aldı. Hükümet, Büyükelçi’nin bu görüşlerine, “Biz de bazı sorunların farkındayız, bu konuda gerekli çalışmaları yürütüyoruz, zaten Cumhurbaşkanı ve Başbakan da benzer görüşleri paylaşıyor” biçiminde bir yanıt vererek durumu geçiştirebilirdi. Ancak böyle olmadı. Ne oldu? Birileri Büyükelçi’ye “haddini bildirdi”, arkasından da Dışişleri Bakanlığı Büyükelçi’yi uyardı. Burası Türkiye Cumhuriyeti’nin Dışişleri Bakanlığı mı, yoksa Ahmet Davutoğlu’nun kişisel bakanlığı mı? Sanki bakanlık Ahmet Davutoğlu’nun kuşatması altında! Sanki İslami “derin devlet” Dışişleri Bakanlığı’na kadar sızmış durumda!
Dünyanın neresinde insan hakları ihlali olursa olsun, insan haklarının en az veya daha az ihlal edildiği demokratik ülkeler, bu konularda tepkilerini verirler. Bundan daha doğal bir şey olamaz. Bu tepkiler zaman zaman belli ulusal veya uluslararası çıkarlar için verilse de, bu tepkilerin dayandığı veriler doğruysa, bu tepkilerle ilgili olgular tartışma konusu haline gelmez.
AKP’nin yönettiği Türkiye’de insan hakları ihlali var mı? Var! Bunu dünyadaki tüm saygın uluslararası insan hakları örgütleri ortaya koydu! Bunu üyesi olmaya çalıştığımız Avrupa Birliği resmi bir raporla ortaya koydu! Bunu Türkiye’deki sivil toplum örgütlerinin, hukukçuların, medya üyelerinin, akademisyenlerin, siyasilerin önemli bir kesimi ortaya koydu!
Bu durumda ABD Büyükelçisi’nin sözleri karşısında şaşırmak ve buna öfkelenmek neden?
Nedeni belli.
AKP’nin uluslararası alandaki en büyük dayanağı ABD ve bazı petrol zengini şeriatçı Arap ülkeleri idi. AB’nin eleştirileri karşısında, “Bana ne AB’den, nasıl olsa arkamda ABD var” demeye alışmış olan AKP’nin paradigmaları çökmek üzere. ABD’den gelen destek yavaş yavaş ortadan kaybolmaya başlayınca, AKP’liler neredeyse cinnet geçirmeye başladı.
Yoksa, bir ülkenin içişlerine karışmak konusunda en son konuşmaya hak kazanacak olanlar AKP’lilerdir. Neden mi? Çünkü AKP kendisi yaklaşık iki yıldır komşusu Suriye’nin içişlerine karışmaktadır! Üstelik sadece sözle, oradaki insan hakları ihlallerine dikkat çekerek değil! Doğrudan oradaki rejim muhaliflerini örgütleyerek, silahlandırarak, iç savaşın tarafı haline gelerek! ABD’nin, AB’nin, Rusya’nın, Çin’in, İran’ın, Irak’ın uyarılarına rağmen, Türkiye inatla Suriye konusunda bildiğini okuyor, bir ülkenin içinin de içine müdahale ediyor, Suriye’yi adeta Türkiye’nin bir eyaletine çevirmeye kalkıyor!
Haddini bilmesi gereken AKP ve Hüseyin Çelik iken, AKP ve Hüseyin Çelik başkalarına “hadlerini bildirmeye” kalkıyor!
AKP hükümeti, (artık Türkiye diyemeyeceğim), Suriye’de muhaliflerle yönetim arasındaki uzlaşma arayışlarını bile sabote edecek kadar; ABD’yi, Suriye’ye ve İsrail’e müdahale etmeye çağıracak kadar, savaşın tarafı haline gelmiş durumda!
Hatta ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Victoria Nuland bile, geçtiğimiz günlerde yaptığı açıklamada, AKP hükümetinin ve Davutoğlu’nun bazı sözlerini “tahrik edici” bulduğunu, Türkiye’deki hükümetin Orta Doğu’daki olaylar hakkındaki tahrik edici açıklamalarından rahatsız olduklarını, bunu da Ankara’daki ABD Büyükelçiliği vasıtasıyla Türkiye Dışişleri Bakanlığı’na aktardıklarını açıkladı.
Yani ABD ile Türkiye, sadece Türkiye’deki adaletin ve insan haklarının durumu konusunda değil, Suriye konusunda da, İsrail konusunda da ters kutuplara düşmüş durumdalar!
AKP hükümetinin, (yine Türkiye Cumhuriyeti diyemeyeceğim, belki Bekir Coşkun’un önerdiği gibi “Akkoyunlular Beyliği” diyebilirim), dünyada neredeyse hiçbir dostu ve sempatizanı kalmadı. Avrupa Birliği ile ilişkiler kötü, komşularımız olan İran, Irak ve Suriye ilişkiler kötü, İsrail ile ilişkiler kötü! Şimdi ABD ile de ilişkiler bozulmaya başladı!
Pekiyi dostlar kim? Suudi Arabistan, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt, HAMAS, Müslüman Kardeşler vs!
Bu kadar çapsız ve beceriksiz bir dış politika vizyonu Türkiye Cumhuriyeti tarihinde yaşanmadı! Ahmet Davutoğlu o koltukta hala pişkin pişkin nasıl oturabiliyor, bunu anlamak mümkün değil! Erdoğan Bakanlar Kurulu değişikliğinde Davutoğlu’na sahip çıkacağına, arızaları tamir edebilecek başka bir Dışişleri Bakanı seçseydi, büyük bir yükten kurtulmuş olurdu. Ancak bunu yapmadı, ona sahip çıktı.
Acaba neden?
Bu arada Orta Doğu’da ve Arap ülkelerinde ne oluyor? Erdoğan ve Davutoğlu tarafından Türkiye halkına “Arap Baharı” adı altında yutturulmaya çalışılan “Arap Kabusu” ve “Arap Kısır Döngüsü” sürüyor!
Mısır’da seçimle iktidara gelen İslamcı Müslüman Kardeşler’in adayı Muhammed Mursi, kendi İslami diktatörlüğünü zaten ilan etmişti. Tunus’ta seçimle iktidara gelen İslamcı En Nahda hükümeti de, sistematik sansür uygulamalarına başlamıştı. Örneğin, Tunus hükümeti, İran’daki İslami devrim sürecini eleştirel bir biçimde anlatan “Persepolis” adlı filmi yayınlayan bir televizyon kanalına ceza yağdırmıştı ve bu filmin gösterimini yasaklamıştı.
Şimdi de Tunus’ta, muhalefetin en önemli liderlerinden birisi olan Şükrü Belayid, bir suikast sonucu öldürüldü. Merkez solda yer alan ve laiklik taraftarı olan Demokrat Yurtseverler Partisi’nin lideri olan Belayid, uzun bir süredir İslamcı hükümet tarafından sözlü hedef haline getirilmişti. Belayid’in uzun bir süredir tehdit altında yaşadığı, tehditler aldığı biliniyordu. Hatta Belayid taraftarları, İslamcı hükümetin yönlendirdiği ve kışkırttığı İslamcı teröristlerin Belayid’i öldüreceklerine dair açıklamalar bile yapmışlardı.
İslamcı hükümet ise Belayid’i koruyamadı veya kasten korumadı. Belayid, evinin önünde silahlı saldırıya uğradı ve öldü.
Bu nedenle şu anda Tunus’ta yüz binlerce insan sokaklara dökülmüş durumda. Tunus’ta, diktatör Zeynel Abidin Bin Ali’nin devrilmesine ve diğer Arap ülkelerinde de isyanlara yol açan protesto gösterilerinden sonra, bu kadar büyük çapta protesto eylemleri yaşanmamıştı. Aynen Mısır’da, Mübarek karşıtı yüz binlerce insanın, daha sonra Mursi aleyhinde de sokaklara dökülmesi gibi.
Ona buna “haddini bildirmekle” zaman kaybeden “Akkoyunlular Beyliği”nin yöneticileri acaba bu konuda ne düşünüyorlar?
ABD bile Orta Doğu politikasını yeniden gözden geçirirken, “Akkoyunlular Beyliği” geleceğe yönelik nasıl bir strateji geliştiriyor olabilir?