Bir süre önce T24'de yayımlanan Abdülbaki Gölpınarlı'nın Adnan Saygun'un Yunus Emre Oratoryosu'na dair eleştirilerini aktardığım yazıyı hazırlarken sadece 6 sayısı hazırlanabilen ve devrin sıkıyönetim komutanlığı tarafından kapatılan ve bu nedenle sadece 5 sayısı dağıtıma çıkabilen Yığın dergisindeki müzik yazılarının sıklığını farketmiştim. Tüstav (Türkiye Sosyal Tarih Araştırma Vakfı) dijital arşivlerindeki dergileri incelerken şahsen ilgilendiğim konulara ister istemez öncelik veriyorum. Bu konuların başında da müzik, daha doğrusu, "musiki inkilabı"na ilişkin değerlendirmeler öne çıkıyor.
Birçok yönden ilginç oluyor böyle yazılar. Cumhuriyetin kültür alanındaki en iddialı kültür siyasetlerinden biri olduğu kuşku götürmez olan "musiki inkılabı", "öz" ("halk") müziğimizin batı ("garp") teknikleriyle bestelenmesi, "çokseslendirilmesi" ve "muasır milletlerin" seviyesine çıkarılmasını amaçlar. Bu bağlamda birçok mikro siyaset devreye girer, okul ders müfredatları değişir, radyo programları buna göre tasarlanır (kısa da sürse radyolardaki "alaturka" yasağı gibi), yeni kamusal müzik mekânlar açılır (konser salonları, opera binaları), yeni kurumsallaşmalar (orkestralar, konservatuvarın kurulması) ve en önemlisi, yeni bir "dinleyicinin" (batı tipi müzikten hoşlanan) inşasına ilişkin çabalar aynı anda gündeme gelir. Bu noktada ilgimi çeken, bu inkılaba devrin sosyalistlerin nasıl yaklaştıkları, nasıl baktıkları. Yığın, bu açıdan ilginç bir dergi, çünkü hemen her sayısında müzikle ilgili bir yazı yayımlanıyor, hatta dağıtıma çıkamayan son sayısının kapağında Beethoven'in resmi, onun ne denli "devrimci" olduğuna dair bir yazı var.
Yığın'ın neden önemli olduğunu bir iki açıdan hatırlamakta yarar var. Sıkıyönetim komutanlığı, Cumhuriyet'in 17 Aralık 1946 sayılı nüshasındaki manşetten göreceğiniz üzere Yığın ve onunla beraber Ses, Sendika ve Gün isimli neşriyatı "komünist partilerle" ilişkilendirerek kapatmış. Ama hem yazıların içeriğine baktığınızda, hem de yazarların kimliklerini fark ettiğinizde meselenin komünizmden çok muhalif düşünceyle ilgili olduğunu hemen anlıyorsunuz. Yazarları arasında Halide Edip'in, Rüştü Şardağ'ın olduğunu hatırlatarak, bu konudaki (derginin içeriğine, yazarlarına dair) bir yazıyı hatırlatmak isterim: Remzi İnanç'ın Bilim ve Sanat Dergisinin 28. Sayısında (Nisan 1983) yazısı ki yazıya Tüstav arşivinden erişebilirseniz. Ayrıca, M. Bülent Varlık'ın çoğu ilk kez Kebikeç'te yayımlanan ve daha sonra bir kitapta (1940'ların Dergileri Cilt 1, Sosyal Tarih Yayınları) toplanan yazılarına da bakabilirsiniz. Yığın'a dair yazı o kitapta mevcut ve ikinci cilt de yıl sonuna kadar basılacakmış.
Musiki inkılabına dönersek, bugüne dair okuduklarımdan Kemalistler ile Sosyalistler açısından yukarda tarif ettiğim anlamda (müzikte "garp musikisi"nin temel alan bir dizi reform yapılması, önlem alınması gereği) çok ciddî bir ayrım olmadığımı düşündüğümü söylemeliyim. Ama, Yığın'daki yazılardaki "eleştirel" ton, Kemalistleri "şarkçılara" göre (musiki inkılabını yanlış, gereksiz bulan, alaturka müzik dinlemekten hoşlanan çevrelerden) çok daha fazla rahatsız etmiş olabilir. Belli ki, "dışardan", yani batı müziğini tamamıyla reddeden bir yaklaşım yok, aksine "içerden", batı müziğini bilen insanlardan, müzisyenlerden, dinleyecilerden gelen oldukça ağır eleştiriler var. Örneğin 5. Sayıdaki "haber-yorum" olarak niteleyebileceğimiz bir yazıda, iki konserden söz ediliyor (Cemal Reşit idaresindeki Şehir Orkestrası; Seyfettin Asal idaresindeki Beyoğlu Halkevi Büyük Senfoni Orkestrası), birisi övülürken (Şehir Orkestrası), diğeri yerden yere vuruluyor. Öyle ki, yazılanlardan müzisyenler açısından ciddî para sorunları olduğunu bile anlıyoruz: "Şehir orkestrası, sanatkârlarını tatmin edebiliyor…buna karşılık Halkevi, amatör orkestra yapmak gayretiyle, daima istismar ettiği müzisyenlere, yol parası namiyle gülünç derecede az bir para vererek… Haftada ancak bir prova yapabiliyor".
Şimdi gelelim "isimsiz" yazarlı o uzun yazıya, sadece benim değil Remzi İnanç'ın da dikkatini çekmiş, çünkü yazı "yirmi üç yıllık cumhuriyet döneminin kültür hayatını irdelemekte, ciddî bir eleştiriye tutmaktadır". M. Bülent Varlık da Kebikeç'teki dosya-yazısının ekine (Sayı 38, 2014) bu yazıyı eklemiş. Bence de çok önemli bir yazı, çünkü önemli saptamaların yanısıra kapsamlı bir eleştiri de içeriyor ve her şeyden önemlisi çok provokatif bir başlığa sahip: "Dinde Teyemmüm Var Amma, Kültürde Teyemmüm Yoktur". Belli ki, temel bir şeylerin eksik olduğu, "suyun" olmadığı, kültürel ortamın "çöl" kadar kurak olduğunu söylemeye çalışıyor bu "isimsiz" yazar. İçindekilere geçmeden şunu da unutmayalım.Yazının başlığı içeriğinin aksine genel anlamda kültüre işaret ediyor, içeriğinin aksine sadece müzik demiyor! Hiç de tesadüf değil, Remzi İnanç'ın da belirttiği gibi, o kültür hayatı diyor ama söylediği "kültür siyasetleri".
Yazıyı okudukça sosyalistlerin sözünü ettiği "halk" ile Kemalistlerin halkının pek de örtüşmediği anlaşılıyor. Çünkü yazı, sadece "köylü"den değil, "işçi"den de söz ediyor. Bunda ne var diyebilirsiniz? Solcular işçiden söz etmeyecek mi? Edecek ama, bunun bir sonucu var. Birisi "köyden", diğeri "şehir" ortamından söz eden tanımlamalar. Musiki inkilabının hayalinde sadece "halk türküleri" varken, şehirdeki müziklerin ne olacağı pek düşünülmemişti. Eleştirel tona dikkat ederek okumaya devam edelim: "Yirmi üç seneden beri mekteplerdeki müzik öğretimini, haftada bir saat olarak garp müziği üzerinden yaparız. Yedi sekiz seneden beri, Ankara'da kurduğumuz Devlet Konservatuvarı opera temsilleriyle de, bu görüşümüzü âdeta sahneden desteklemekteyiz" ve ardından sert bir eleştirel cümle geliyor: "Yedi sekiz seneden beri, bu opera temsilleri ile ancak iki yüz bin vatandaş temasa gelebildi. On sekiz milyon altı yüz bin insanın, bundan haberi bile yok!" Neden "isimsiz" yazıldığını merak etmeye pek de gerek yok, yazarın kalemi kılıç gibi keskin ve bu sefer orkestra meselesine dalıyor: "Sultan Mahmut zamanında başlıyan orkestra hareketinden, bu güne gelinceye kadar ancak bir orkestra kurabildik. Şimdiye kadar açabildiğimiz bütün resmî ve hususî müzik okulları, bu biricik orkestrayı bile besliyecek halde değil. Daha evvelki hareketleri ciddiye almayıp yalnız Cumhuriyet devrinden başlayalım: Bugünkü kalitesiyle memleketimizde daha beş orkestraya kavuşabilmemiz için kaç yıl lâzım acaba?"
Artık "öz" müziğimiz meselesine dönebiliriz. Tabii ki musiki inkilabının esas derdi, neyin, hangi müziğin temel alınacağı idi, Erken Cumhuriyet kültür elitlerini kafası bu konuda oldukça rahattı. Halk müziği, köy müziği, ne derseniz, onun bulunması, toplanması, sınıflandırılması, ham bir malzeme olarak kullanılmasıyla iş çözülecekti. Saray, alaturka falan yoktu bu formülde. Ama Yığın'da yazan "isimsiz" yazar için bu iş o kadar kolay değil. Çünkü, meseleyi halk müziği, saray müziği şematikliğinden uzaklaştırıp bir başka karşıtlıkta (tabii ki, bu da "şematik" ama şehir mekânına dair) toparlamaya çalışıyor: alaturka-alafranga. Anladığım, şehir mekânını önceleyen bir yaklaşım var ve iş şehre gelince meselenin ne kadar karmaşık olabileceğinin altı çiziliyor: "Meselenin alaturka, alafranga meselesi olmayıp, sadece Türk musikisinin inkişafı meselesi olduğunu, yapılan münakaşalara bakarak hâlâ anlamadığımızı söylemek garip gelmesin. Alaturka denen müziği yermek isteyenler, onun Arap, Acem yahut daha doğru olarak Roma-Bizans müziği olduğunu, bizim müziğimiz olmadığını söylüyorlar. Müziğimizin geri oluşunun sebebi demek bu imiş!" İlginç ve sağlam bir argüman. Çünkü yazar, şehir ortamında ismini koymasa da artık şehirli bir "popüler müziğin" geliştiğinin farkında ve alaturkanın yeni şehrin kültürünü kaçınılmaz olarak ele geçirdiğini de anlamış. Devam ediyor: "Alaturkanın kaldırılacağı, kaldırılması lâzım geldiği, bugünkü zihniyetimize uymadığı lâfı edildikçe, alaturkacıların telâşa düşmelerine şaşıyoruz. Kim koymuş, kim kaldırıyor? Yoksa: 'Bugünkü zihniyetimiz' diye yaşadığımızın dışında bir zihniyet mi var? Bütün azaltmalara rağmen bugünkü hakikat, alaturkanın hiç bir devirde bu kadar yayılmadığını gösteriyor. Kadın ve erkek okuyucunun bu kadar bol yetiştiği başka bir devir var mı? Hangi devirde yazlık kışlık salonlarında, gazinolarında alaturka müzik san'atkârlarının bu kadar pahalıya angaje edildiği görülmüştür? İnkılâptan sonra ortaya çıkan bugünkü orta sınıf gittikçe artan bir kalabalıkla bu gazinoları dolduruyor".
Tabii ki bu yazılanlara kanarak yazarın "alaturka"yı övdüğünü sakın sanmayın, aksine o da, olabildiğince saldırgan bir dille "alaturka"yı lanetliyor, o kadar ki bu müziğin esasının "cinsî insiyaklar, hatta dalaletler" (insiyak, "içgüdü"; dalalet, "azgınlık, sapkınlık") olduğunu iddia edecek kadar! "Alaturka" müziği "fasıl" yoluyla vurmaya çalışıyor: "Fasıl musikisi dediğimiz orta üst ve sınıf musikisi anlaşılması mümkün olmayan bu türlü kaprislerle kıvrılır gider. Kadın, müzik yapmaz, cilve yapar. Erkek müzik yapmaz, cilve yapar. Sazlar müzik yapmaz, cilve yapar. İtibarda olan bir şey var: Cilve. Dalkavukluk da bunun bir başka şekli değil mi? Fakat bunda musikinin kabahati ne ki daima ona hücum edilir? Ses, yalvarmakta da, methetmekte de, küfretmekte de, isyan etmekte de kullanılır; ferdin ve cemiyetin o andaki zihniyetine ve karakterine göre." Yazarın söylemeye çalıştığı şu: Alaturkadan kurtulmak için başka tedbirlere gerek vardır. Bu noktada, yine daha güncel, modern toplumu daha iyi okuyan bazı önerilerle karşılaşıyoruz. Örneğin, sinemanın kullanılması: "Garp müziğini yayma hususunda sinema, mekteplerden çok iş gördü. Fakat daha iyi iş görmesi de mümkün. Meşhur koroların, orkestraların ve solistlerin bir konserini, bir balesini ara sıra aktüalite olarak filmlerin başında dinler ve seyrederiz. Bu çeşit kısa müzik filmlerini bol bol getirtip göstermesini her sinemadan isteyebiliriz". Bu ilginç yazı, başlığına göndermede bulunarak sonlanıyor: "Konservatuvar mezunu işinde ışıldamak için muhtaç olduğu aleti ve vasıtayı bütün ömrünce alamıyacak, bulamayacak durumda bulunursa, kesmek ve takdir-i ilâhiyi beklemek lâzım. Zira, su olmadığı zaman dinde teyemmüm var ama kültürde teyemmüm yoktur". Kesmekten ne kastediliyor acaba? İnkilap artık imkânsız bir hâlde midir? Bilemiyorum.
Birçok doğruyu barındırmasına, şehir mekânına, çözümün oradaki araçlarda (sinema, radyo, gramofon, plak vesaire) aramasına rağmen ne yazık ki, birçok vulgar sosyalistin yaptığı gibi müziği, edebiyatı, sanatı sadece "işlevsel" olarak okumaktan ileri gidemeyen, hele sanatçıyı, onun sanatını, bireyselliğini hiçbir şekilde önemsemeyen bir yazı. Ama yine de önemli, çünkü musiki inkilabının anlayamadığı ya da önemsemediği sosyolojik temeli, şehir kültüründeki popüler müzikleri (üstelik, hem "alaturka", hem de alafranga boyutuyla) gözlemleyebilen, popüler müziğin gerçeğini ve gücünü görebilen boyutuyla birçok önemli düşünceye temel teşkil edebilecek özelliklere sahip. Üstelik, henüz 1946 Yılında yazılmış ve 1950'lerden itibaren başlayacak Demokrat Parti ve sonrası iktidarlarının bazı dinamiklerine de işaret ediyor. Çünkü, bu iktidarlarla başlayacak şehirlere göç dalgası, zamanla her türden (şehirli, köyden, farklı bölgelerden gelen) müziği şehir ortamına taşımaya, melezleştirmeye başlayacaktır. Soru şu olmalı belki de: Artık "alaturka" ya da "alafranga" bir şey ifade etmiyorsa, bu insanlar yıllarca neyin mücadelesini verdiler?