1947 yılının Mart ayında, 15 günlük aralıklarla ve çarpıcı bir isimle yayım hayatına başlayan Musiki Ansiklopedisi'nin soluğu ancak 22 sayı sürebilmiştir. İlginç bir dergidir aslında Musiki Ansiklopedisi, o anda müziğin gündemindeki her şeyi kapsamaya çalışan (folklor derlemeleri, halk türküleri, Mevlevi Musikisi, popüler caz ve dans parçaları, çocuk şarkıları, marşlar, tabii ki Batı Klasik Müziği ve bu müziğe dair ansiklopedik maddeler) ama neticesi neredeyse yamalı bir bohçaya benzeyen, başı sonu belirsiz bir dergidir. Dergiye ilişkin bu ilk yazıda biraz daha eğlenceli tarafından başlamak ve bazı sayılarında gördüğüm "magazinel" değinilere bakmak istiyorum. Bir sonraki yazıda daha ciddi yazılardan da örnekler vereceğim.
Dergiyi çıkaran Emin Cenkmen (1911-1993) ilginç biridir, Paris'te müzik eğitimi alan, opera ve operetler besteleyen, konservatuvarda hocalık yapan, daha sonra nefesli sazlar ithalatına başlayan, ithalatta yaşadığı sıkıntılar üzerine bizzat sol klarnet imal eden (böylece, "lutiye" olarak da bilinen) ve ilaveten, başta "Osmanlı Sarayı ve Kıyafetleri" isimli alanında referans olarak kabul edilen bir kitabı olmak üzere Lokman Hekim'e dair bir başka kitabı ve müzik meselelerine dair gazete ve dergilerde yayımlanan onlarca yazısı olan bir "kamusal aydın" olarak da nitelendirilebilir. Belli ki, en "iddialı" projesi isminde "ansiklopedi" olan bu dergidir. Ama ancak 22 sayı kadar çıkabilmiş ve referans olarak pek verilmeyen, hızla unutulan dergiler kervanına katılmıştır. Bulabildiğim en kapsamlı içerik, dergideki yazılara da değinen ve özetleyen bir yüksek lisans tezinde oldu (Esra Çetin, "Çok partili hayata geçiş sürecinde Türkiye'de müzik algısı ve müzik dergileri", 2017), bunun dışında pek bir şeye rastlamadım. Ama bu tabii ki bu derginin önemini azaltmıyor, çünkü içinde o döneme dair birçok haber, değini ve yorum var. Kanımca böyle dergiler kültür tarihi açısından çoğunlukla bir hazine değerinde oluyor. Çünkü, neyin "çalışmadığı" görüldüğünde "çalışanların" anlamı ve derinliği daha kolay kavranabiliyor. Böyle bir bakış açısıyla dergideki yazıları okumak istiyorum.
Bu minvalde ilk olarak, "üstat" olarak tanımlanan bir Sadettin Kaynak yazısına bakabiliriz. Bir sonraki sayıda "devam edeceği" söylenen (o dönem çok popüler olan, gazetelerdeki "tefrika" geleneğinden mi nedir?) bu haber gerçekten çok ilginç. Üstat Sadettin'in derginin üçüncü sayısında yayımlanan demecini okuyalım.
İlk bakışta sinirli bir üslûpla yazılmış teknik bir yazı gibi görünüyor, değil mi? Özetlersek "üstat", geleneksel Türk musikisinin batı notasyonuna benzer bir yöntemle ("Ters bemoller, çizgili diyezler, zihinleri tağlit (yanıltma) etmekten, fikirleri karıştırmaktan başka bir işe yaramaz" diyerek) yazılamayacağını kendi hocalarından, kendi icralarından, genel olarak müzik pratiğinden söz ederek anlatıyor. Durmuyor, bu çabaların beyhude olduğunu söylüyor ve ilave ediyor: "Avrupalılar bu işaretlere güler, yerliler bu işaretleri hiçe sayar". Bu arada, Münir Nurettin de işin içine giriyor, Üstat, onu överken, aslında herkesin kişisel bir stili, tarzı olduğunu ve bunun (stilin, tarzın) notayla tespit edilmeyeceğini inandırıcı bir dille anlatıyor. İyi de, neden buna ihtiyaç duyuyor? Sadettin Kaynak şahane bir bestekâr ve icracı olarak kendini defalarca ispat etmiş bir müzisyen olarak karşımıza neden böyle "teorik" bir müdahale ile çıkıyor. Kendisi bir müzikolog değil, ayrıca bu işlerle ilgilendiğini önceden hiç duymadık, bilmiyoruz. Hele bir de başlıktaki "demeç" sözcüğü de nedir? Bir "fikir yazısı", bir "görüş" değil; bir "demeç", yani bir basın açıklaması! Sizce de ilginç değil mi? Boşuna devamı "gelecek sayıda" denmiyor, bir sonraki sayıda durumu anlıyoruz. Okuyalım.
Artık anlıyoruz işin aslını. Devrin dev şahsiyetlerini birbiriyle karşı karşıya getiren bir davadan söz ediliyor. Muhsin Ertuğrul'un yönettiği, Faruk Nafiz Çamlıbel'in romanından uyarlanan, senaryosunu Necdet Mahfi Ayral'ın yazdığı, Muhsin Ertuğrul'un yönettiği 1945 yılında çekilen "Yayla Kartalı" isimli filmde Cahide Sonku, rol gereği olarak "sarhoş" bir hâlde Kaynak'ın "Ötmesin Bülbüller" şarkısını söylemiş. Yukardaki demeçten anlıyoruz ki, Sadettin Kaynak çekimden önce bu fikri duyunca Muhsin Ertuğrul'a sen "hareketlerin rejisörü" isen ben de "musikinin rejisörüyüm" diyerek karşı çıkmış ve böyle bir icraya asla izin vermemiş. Araya Vasfi Zobu girmiş, böyle bir şeyin olmayacağı söylenerek Kaynak ikna edilmiş ama buna rağmen, yine Kaynak'ın bilgisi dışında, ilgili sahnede o meşum şarkı "sarhoş" bir üslûpla söylenmiş. Neticesinde taraflar birbirlerinden davacı olmuşlar. Demecinde söylemiyor ama Kaynak 5 bin lira manevi tazminat isterken Sonku (demeçte belirtilen) 10 bin lira ile işi iyice büyütmüş. Günün şartları düşünüldüğünde gerçekten astronomik olan bu rakamlar mahkeme heyetini pek etkilememiş ve bilirkişinin ("Ehli vukuf") hazırladığı rapor çerçevesinde Sonku'nun Kaynak'a 250 lira ödemesine karar verilmiş. Asabî dille yazılan demecin aslı esası bu.
Şimdi başka bir habere bakalım. "Beethoven Bayramı" (Besteci 1827 Yılında vefat ettiğine göre, ölümünün 120. yılı münasebetiyle olmalı) nedeniyle Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası İstanbul'da bir konser vermiş. Şef Hermann Scherchen tarafından yönetilen bu konsere dair haberin hemen başlangıcında Millî Eğitim Bakanlığı, Güzel Sanatlar Genel Müdürü olan Halil Vedat Fıratlı'nın bir demeci var. Demece geçmeden bir noktayı belirtmeden geçemeyeceğim, haberde "ünlü" deyip geçilen Hermann Scherchen (1891-1966) gerçekten de müzik tarihine geçmiş (özellikle 20. yüzyıl bestecilerinin eserlerini yönetmekle ünlenen ama Bach, Beethoven, Mahler gibi birçok Alman bestecisinin eserlerini de çok iyi yorumladığı bilinen) çok önemli bir şeftir. 1947 Yılında bu denli önemli bir şefin Türkiye'de bir konser yönetmesi başlı başına bir başarı hikayesidir. Öte yandan, Müdür Beyin (Halil Vedat Fıratlı) demeci, bu parlak tablonun, Fıratlı'nın temsil ettiği zihniyet dairesinde hiç de öyle olmadığını gösteriyor. Şimdi demeci okuyabiliriz.
Sonunda "müzelik" olması mukadder ve "tek sesli" bir musikimiz var, şu anda can vermekle meşgul, ancak İstanbul'da, o da bir süre yaşamaya devam edecek, sonra da hakkın rahmetine kavuşacaktır! Analiz açısından ilginç ama neticesinde iflas edecek bir "tahayyül", ne diyeyim? Neyse ki, Scherchen, bu konuda çok daha derinlikli bir bakış açısına sahip, başka çok daha sağlam bir yerden musikimize yaklaşmayı başarabiliyor. Haberde onunla ilgili bölümü ("Yattığı yerden:"den sonrası) okuyalım.
Dikkat edilirse, ne "tek seslilikten" söz ediyor, ne de "müzelik" olacak geleneksel müzikten. Müziğimizi, folklorumuzu danslarına kadar bildiğini söylemekten de geri durmuyor. Ayrıca ilave ediyor, karım da Çinlidir diyor. Haberi yazan bu konuyu hiç araştırmamış belli ki, Scherchen karısından neden söz ediyor olabilir? Çünkü karısı Xiao Shuxian (1905-1991), Çin devleti tarafından 1932 Yılında Brüksel'e müzik eğitimi için gönderilen, orada Scherchen ile tanışıp evlenen ve Batı Klasik Müziği ile Çin geleneksel müziğini harmanlayan önemli bir bestecidir. Scherchen, bir sosyalist olarak Naziler iktidara geldikten sonra ülkesini terk etmiş ve direniş cephesinde yer almıştır. Karısı, savaşın ardından 1950 yılında Scherchen'den olan üç çocuğunu da yanına alarak tek başına Çin'e dönmüş ve Pekin Konservatuarında yıllarca yeni kuşak Çin bestecilerinin yetişmesinde önemli bir rol oynamıştır. Çift daha sonra boşanacaktır. Hermann Scherchen'in gerçekten ilginç olan aile hayatına, çocuklarına dair bilgilere ve yaptığı kayıtlara artık kolayca erişilebiliyor. Batı Klasik Müziği ile ilgilenenlere özellikle tavsiye ederim.
Şefin bazı takviyelere ihtiyaç göstermesine rağmen "bu orkestra ile çalışabilirim" demesine, orkestrayı ve icrasını genel olarak beğenmesine rağmen, haberi yazan "acar muhabir" (büyük bir olasılıkla Emin Cenkmen) pek o kanıda değil. Kraldan çok kralcı bir edayla, orkestraya değil ama solistlere bir "kılçık" atmadan ve özellikle tenoru "harcamadan" edemiyor.
İkili saldırı taktiği, böylece hem tenor hem de alaturka aşağılanıyor. İyi de derginin bir başka yönü kendini tamamen "batıya" dönmüş olmaması değil midir? Çünkü dergide, "şark" da olabildiğince temsil ediliyor, hem de keskin bir kalemin ağzından. Neyzen Tevfik'in "kalaylamaları" sıkça derginin sayfalarında boy gösteriyor. En sansürsüz hâliyle. Hoş, sansüre uğrasa yazar mıydı, onu da pek sanmıyorum. Neyse, lâfı uzatmadan bunlardan birini okuyalım.
Buradaki eleştiride şöyle bir hava da var. Neyzen, hakikî bir alaturka ya da "sahih" bir şark fikriyatının içinden alaturkacılara saldırıyor ve de saydırıyor. Bu arada, saldırdığı kişinin Hüseyin Sadeddin Arel (1880-1955) olduğunu hatırlatmak isterim, o sıralar alaturka musikide bilimsel bir metot kurmak üzere yola çıkan ekibin lideri. Aralarındaki tartışmaya katılmaya hiç niyetim yok ama Neyzen'in varlığı derginin tadı, tuzu, en müthiş baharatı. Son olarak. Neyzen'den bir başka salvoyu, kısacak bir Ankara Radyosu "taşlamasını" (şanslıyız, sinkaflı bölümleri dergi zaten sansürlemiş) yazıp, gelecek yazıda Musiki Ansiklopedisi'nden pasajlar aktarmaya devam edeceğim. Radyo belli ki Neyzen'i çok kızdırmış, böyle bir taşlamaya maruz kalmak, tabii ki düşman başına…