29 Kasım 2020

Resimli Radyo Dünyası Dergisi'nde Demokrat Parti'nin ilk yılı: Radyoda alaturkanın yükselişi (2)

Geçen Hafta Resimli Radyo Dünyası'nın 1951 yılındaki ilk sayılarında göze çarpan Ankara Radyosu ile İstanbul Radyosu arasındaki gerilimi anlatmaya başlamıştık, bu hafta konuyu biraz daha derinleştirerek "alaturka"nın İstanbul Radyosu vasıtasıyla popüler kültürle "melezleşme" sürecini anlamaya çalışacağız

Geçen hafta Resimli Radyo Dergisinin "Vatandaş Konuşuyor" köşesinde sistematik olarak gündeme gelen radyolardaki "batılı" müzik içeriğine dair eleştirilere dikkat çekmiş ve İstanbul'un yavaş yavaş nasıl eğlence kültürünün başşehrine dönüştüğünün ipuçlarını görmeye başlamıştık. Bu noktada biraz teknik bilgiye ihtiyaç var. Ankara Radyosu, çok güçlü bir vericiye sahip olmasının yanısıra uzun dalgadan yayın yaptığı için gündüz saatlerinde tüm Anadolu ve İstanbul'dan dinlenebilmektedir. Hâlbuki İstanbul Radyosu orta dalgadan yayın yapmakta ve bu dalganın teknik özelliklerinden ötürü ancak gecenin ilerleyen saatlerinde uzak mesafelerden dinlenebilmektedir. Kabul etmeliyiz ki, Ankara Radyosu, sadece teknik kapasitesiyle bile tüm Türkiye'nin dinleyebildiği tek istasyondur. İstanbul ise, en azından gündüz saatlerinde lokal olarak nitelenebilecek, ancak gecenin ilerleyen saatlerinde yurdun uzak noktalarından (daha çok Batı Anadolu) dinlenebilen bir radyodur. 24 saatin yapılamadığı o yıllarda İstanbul radyosu günün iki saat aralığında (13.00-15.00 ve 18.00-23.30), Ankara ise üç aralıkta (7.30-9.00, 12.15-14.00, 18.00-22.45) yayın yapmaktadır. Bu bilgiler eşliğinde her iki postanın Cuma günü yaptığı yayınları (sol sütunda İstanbul, sağda Ankara) karşılaştıralım.

Açıkça görülüyor ki, her iki radyonun tüm Türkiye'den dinlenebildiği gecenin ilerleyen saatlerinde (Mevsimine göre 20.00-21.00'den sonrası) İstanbul Radyosu çok daha fazla batı dans müzikleri yayınlamaktadır. Ayrıca, bir sohbet programı ve de bir radyofonik temsil de yayınlayarak, Ankara'nın oldukça ciddî yayınından iyice ayrışmaktadır. İstanbul Radyosu'nun "popüler" (bazıları eskiden radyoda kadrolu olarak çalışmış ama artık gazinolarda sahneye çıkan) sanatçılara öne çıkardığının bir diğer kanıtı radyoda "canlı" olarak bu türden sanatçılara verdirdiği konserlerdir. Öyleyse, İstanbul Radyosunun 1951 Şubat ayında "canlı" (teknik deyimle, "emisyon seansları") olarak yayınlayacağı konserlere bir bakalım.

Öte yandan Ankara Radyosu'nda tam tersi bir hava esmekte, radyo yönetimi devrin "popüler" sanatçılarına pek de yüz vermemektedir. Örneğin, Ankara'da yaşayan ve Ankara'nın ünlü kulübü "İntim"de program yapan tangocu Yaşar Güvenir, okuduğu plaklarla ünlenmeye başlamış ama radyoda yer bulamamaktadır. Dergiye bir mektup göndererek (8 Şubat 1951, Sayı 34, s. 8) neden radyoda program yapamadığını serzenişte bir dille açıklar. Okuyalım:

Bu mektubu okuduğumuzda, daha önce gözlemlediğimiz ("Vatandaş Konuşuyor" köşesindeki yorumlarda batı müziklerinin azaltılması, alaturkanın çoğaltılmasına ilişkin dilekler) ile bir çelişki içinde mi oluyoruz? Tango gibi batı kökenli müziklere Ankara Radyosu yüz vermez olmuş diye düşünemez miyiz? İyi de, o hâlde, neden alaturkaya olumlu bakan görüşleri her sayısında yayımlamaya gayret eden dergimiz Güvenir'in mektubunu tam sayfa olarak yayımlıyor? Demek ki asıl kavga alaturka ile alafranga arasında değil. Kavga, "ciddî" ("yüksek sanat" denen, kültürel küçük bir seçkin gruba seslenen) müziklerle "popüler" ("kitlesel", eğlence kültüründen) olanlar arasında cereyan ediyor ve kavganın bir tarafında İstanbul, diğerinde Ankara Radyoları konumlanıyor. Ankara, batının "klasik" müziği, operası, "lied"leri ve alaturka musikiden ise daha "ağır" ve "ağdalı" olanlarını yayımlamayı tercih ediyor. İlaveten, daha kapsamlı "türkü" programlarıyla halkla bir bağ kurmaya çalışıyor. Öte yandan İstanbul, tamamıyla "piyasa" kurallarına göre, popüler olanları öne çıkarmaya yönelik çok daha pragmatik bir yayın politikası izliyor. Ayrıca, kadrolar meselesinde de Ankara ile İstanbul arasında bir fark oluşmaya başlamış. Bunu da Göçmez Kardeşler diye bilinen ve o sıralar ünlenmeye başlayan Samahat ve Şermin kardeşlerle yapılan bir röportajdan anlıyoruz (Saı 40, 22 Mart 1951, s.33).

Kadro konusunda İstanbul Radyosu daha esnek ve de gençlerin önünü (geçici kadrolarla) açmış ve anlaşılan Ankara'nın daimi kadro anlayışını benimsemiyor. Demoktat Parti'nin "liberalizmi" İstanbul'da çalışmaya başlamış, Ankara ise eski düzeni sürdürerek, "direniyor" desek yeridir. Ama esasında, hangi şehrin kültürel başşehir olduğuna dair yıllardır süregiden çatışmada İstanbul'un öne çıkmaya başladığının bir işaretinden başka bir şey değil bana sorarsanız bu emâreler ve homurdanmalar.

Radyolar konusunda son olarak, bu dergi taramasında pek konuşmadığımız "türkücülerden" bir örnek vererek, bu bahistei  halkın bağrından kopup gelenler için nasıl "toplumsal yükselme" olabildiğine değinmek istiyorum. Ankara Radyosunun en parlak halk müziği sanatçılarında Ahmet Gazi Ayhan (tabii ki, hâlen bir efsanedir) ile yapılan bir röportaj bize bu konuda iyi bir örnek sağlıyor. İlgili bölümleri okuyalım:

Oldukça içli ama okuyana umut vadeden bir "yükseliş" öyküsü değil mi? Şu anda bir "saz salonu"nda (o devirde bazen "sazevi", bazen de daha modernleştirerek "salonu" denen bu mekânlar günümüz "türkü barlarının" öncülleri) sahne alan Ayhan, "Küçük Yaştan Görmedim Baba Kucağı" türküsünü sadece hayat hikayesi ile örtüştürmüyor, devletin ("radyonun") ona nasıl bir "babalık" yaptığının da altını çiziyor.

Bu kadar radyo hikayesinden sonra başka haberlerden de bir iki örnek vermek istiyorum. Örneğin, yenilerde tekrar "keşfedilen" Bimen Şen (1873-1943) ile ilgili hoş bir hikâye gözümüze çarpıyor. 40. Sayının hemen başında (s.3-4) merhum besteci ile Yahya Kemal arasındaki ilişkinin ne denli derin oldupuna dair Süleyman Nazif üzerinden aktarılan güzel bir anektod var.

Büyükelçi Yahya Kemal'in "daüssıla" (vatan hasreti) ile Bimen "Efendi"ye (Gayrimüslim, açıkça yazalım, Ermeni kökenli olduğunu anlatmak için "efendi" ibaresi tırnak içinde yazılmış) bestelemesi bir güfte yollaması Osmanlı musiki geleneğindeki çok-kültürlülüğe iyi bir örnek oluyor. Benzer bir şekilde, dergide Ümmü Gülsüm ile yapılan bir röportajda birdenbire karşımıza Afyonkarahisarlı bir "Armanak Yasayman" çıkıveriyor (Sayı 34, 6 Şubat 1951, s.12-13), hem de Mısırda! Uzunca bu bölümden bir iki parçayı birleştirip Armanak'ın hikayesine bakalım:

Bir imparatorluğun bakiyesinde yaşamak böyle bir şey olmalı, eski coğrafyalara savrulan ama neticede kültürel bellekte bir araya gelebilen sesler, müzisyenler ve ezgiler.  Bu arada Ümmü Gülsüm'ü de unutmadım, klasik ama önemli soru yöneltiliyor bu muhteşem sese. Kimleri biliyor İstanbul'dan, Türkiye'den?

Evet, Mısır müziğinden, Arap filmlerinden, oradaki ezgilerden, şarkıcılardan, bestecilerden etkilendiğimiz doğru ama onların bizden haberdar olmadığını düşünmek de bir başka garabet. Örneğin, bir Münir Nurettin'in ıskalanması mümkün olabilir mi?

Son olarak gözüme çarpan ilginç bir Ayten Alpman röportajı oldu. Dergideki yazı boyunca soyisminin sürekli olarak Arkman diye yazılması çok şaşırtıcı. O sıralar 24 yaşında olan Ayten Alpman'ın sonradan bu imlâyı tekzip edip etmediğini bilmiyorum, ama bu konuda çalışacaklar için önemli bir bilgi olabilir. Ayten Alpman ile yapılan röportajda belki çok önemli şeyler yok ama fotoğraflar harikulâde.

Bu olağanüstü güzellikle kadın ve bir o kadar muhteşem sesiyle sizleri baş başa bırakarak elimdeki Resimli Radyo Dergisi cildinin son sayfasını kapatıyorum. 1950'li yılların radyo dergilerini okumak baştan sona bir serüven.

Yazarın Diğer Yazıları

Kadıköyü'n sokakları, edebî şahsiyetleri

Aslında, Edebiyatın Kadıköyü’nü okurken, bir daha asla yaşanmayacağını bilerek içimizde uyanan, o buruk “nostalji” hissinin nedeni tam da bu. Bu şehrin baş döndüren dinamiğinde insanlar sadece birer “iz”

Bir Hipster’ın izinde: Mehmet Ali Sanlıkol’dan Erkin Koray’a

Yerel müziklerimiz, ezgilerimiz, çalgılarımız, seslerimiz çok zengin ve bin bir çeşit, buna şüphe yok. Ama “zenginlik”, günümüz dünyasında bir “lezzet” meselesi olmaktan öte, bir “sunum” meselesi artık.

Hatırladıkça artan ya da eksilen: Bir Maffy Falay belgeseli

“Maffy’nin Cazı” neredeyse bir “doküdrama” gibi çekilmiş, müzisyenle iyice yakınlaşmış, onun son yıllardaki mahremini aralayan, belki de bu nedenle, insanın içini acıtan bir yaşam belgeseli, bir hayat dersi. Ve sadece bu nedenle bile üstüne düşünmeyi, konuşmayı hak ediyor