Geçtiğimiz hafta, tam olarak 19 Ekim, Mustafa Kemal Ağaoğlu'nun ölüm yıldönümüydü. Evet, 2009'da, ölümünün 10. yılında Bilgi Üniversitesi desteğinde Santral İstanbul'da güzel bir anma toplantısı düzenlenmişti ama ondan sonra, kültür tarihimizde birçok insanın başına gelen hızlı bir unutulma sürecine girdi ki, kültür dünyamıza yaptığı katkılar hâlen devam ettiği için Mustafa Kemal Ağaoğlu (bundan sonra, MKA) bunu hakkeden en son isim olduğunu düşünüyorum.
Kendisiyle hiç karşılaşmadım ama ilginç bir şekilde son bir yıldır hayatımda önemli bir yer kaplıyor. İstanbul caz festivalleriyle ilgili araştırmalarım çerçevesinde Bilsak Caz ile ilgili sözlü tarih söyleşileri yaparken Stella Ovadia ile tanıştım ve sağolsun Stella Hanım elinde olan tüm materyali erişimime açtı. Böylece, sadece caz festivali araştırmasından çıkıp belki de bir MKA monografisi yazmaya evrilen bir projeye temel oldu elimdekiler. Ancak bu yazıda, çok farklı yazılabilecek yönleri, ilgileri, hayalleri olan bu olağandışı insanın Bilsak projesinden, orada da özellikle müzik hayatına sunduğu katkılardan, yeniliklerden söz etmek istiyorum. Bu katkıların da başında Bilsak Caz Festivali geliyor.
1982'de İstanbul Filarmoni Derneğinin düzenlediği ve ikincisi yapılamayan, katılımcıları bakımından da oldukça mütevazı olan 1. İstanbul Caz Festivali'ni saymazsak 1985-1989 yılları arasında 5 defa yapılan bu festivalim yeri cazseverler arasında çok ayrıdır. Şu sıralar Akbank Caz Festivali'nin 30. yılı kutlanıyor ki caz tarihinde kesinlikle çok önemli bir gelenek ve kurumlaşmadır. Ve tabii ki İKSV'nin İstanbul Caz Festivali var (İstanbul Müzik Festivali'nden ayrışarak kurulan) ki yıllardır birçok önemli ismi cazseverleri buluşturdu. Yine de Bilsak Caz bir festival olmatan çok öte, tipik bir Bilsak projesi ürünüdür, bu nedenle başka türlü "okunması" gerekir.
O hâlde önce az biraz Bilsak'tan söz etmemiz gerekir. Bilsak, MKA'nın kafasında bir "kültür merkezi" olarak şekillenmiştir. Sıraselvilerin hemen girişindeki o yan sokaktaki binanın beş katında bugün de karşılıkları birçok hayat tarzı örüntüsü inşa ediliyordu. Bilsak biraz da Yazko'nun devamıdır, genişlemesi, yeniden tasarlanmasıdır. MKA, Bilsak'tan önce Yazko, yani "yazarlar kooperatifi" girişimi ile çok sıradışı bir işe başlamış, birliğe üye olan her yazarın kitabını basmış; ilaveten, çok önemli bir dizi dergiyi hem de çok ciddî tirajlarla (Edebiyat, Çeviri, Felsefe, Somut) yayımlayabilmiş ve ilginç bir şekilde (detayına girmek niyetinde değilim) bu işin başından ayrılmak zorunda kalmıştı. Bilsak 1985 yılında, yine çok-üyeli bir girişim olarak MKA insiyatifinde kuruldu. Kurucu üyesi listesindeki isimlere baktığımızde, hele bir de zamanın sıkıyönetimli, baskılarla dolu günlerini düşündüğümüzde, şaşkınlık geçirebiliriz. Bu, pek de birbirinden hoşlanmayacak bir dolu kişiyi nasıl olmuş da bir araya getirebilmiş diye sormadan edemiyoruz. Demek ki, ciddî bir ikna gücü, hayallerini aktarabilme yeteneği varmış. Sanırım ayrılmış da olsa, ondan sonra batan Yazko'nun MKA için olumlu bir referans olduğu da söylenebilir. Sonunda Bilsak kurulur ve beş katlı binasını kiralayarak faaliyete geçer.
Artık bu kültür merkezinde neler yapıldığına yakından bakabiliriz. Çok değil, kurulmasından sadece bir yıl sonraki Kasım 1986 Yılı aylık etkinlikler takvimine bakalım. Ayın başında Murat Belge ile "Haliç" gezisi var. Bu turistik bir gezi değil, bir kültür insanının önderliğinde bir tür konferans-gezi niteliğinde. Bir başka gezisi de var aynı ay içinde Belge'nin. Bir diğer gezinin önderliğini ise Rafi Portakal yapıyor. Takvime bakmaya devam ediyoruz. Farklı konularda birçok konferans var. Bazılarını not edelim. Mehmet Güleryüz resimle ilgili konuşuyor, Semih Gemalmaz felsefî bir konuyu irdeliyor, Füsun Akatlı beş öykücünün dünyalarını anlatıyor, Ayşe Buğra ve Asaf Savaş Akat farklı günlerde iktisat konusunda konuşuyorlar, Ayşe Düzkan feminizm ile muhalif siyaset ilişkisini açıklıyor, Fatih Özgüven bir Bunuel filmini analiz ediyor ve son olarak, Erol Pekcan ile açıklamalı caz saati var. Henüz, çok katılımcılı tartışma oturumları başlamamış ama daha sonraki yıllarda çok ilginç katılımcılarla hareretli tartışmalar olacak. Devam edelim: Dia gösterileri var ve de konserler. Kimler mi? "Los Paşaros Sefaradis", Türk Yahudileri müzikleri; "Nevzat Karakış" (Ruhi Su Dostlar Korosu'ndan) ve son olarak "Nejat Yavaşoğulları ve Bulutsuzluk Özlemi" konseri.
Burada Bulutsuzluk Özlemi'ne dair ayrı parantez açmam gerekiyor. Çünkü, hem Nejat Yavaşoğulları, hem de Sina Koloğlu ile konuştuğumda şunu sevinerek farkediyorum. MKA, sadece kişisel tercihi olan caz müziğine odaklanmaktan çok, varolan ama pek de duyulmayan müziklerin, özellikle gençlerin dinlediği müziklerin Bilsak'ta bulunmasına özel bir önem veriyor. Nitekim, ilk olarak gazeteci Zeynep Avcı (sanırım MKA'nın yakın arkadaşı), Yavaşoğulları ile temasa geçiyor ve Bilsak'ta çalar mısınız diye soruyor. Henüz pek tanınmayan bir grup Bulutsuzluk Özlemi, bugün komik gelecek bir ödeme yöntemi olan "yemek fişi" ödemesiyle çalmaya başlıyorlar, zamanla Yavaşoğulları ile MKA arasındaki dostluk artıyor ve ondan yeni tanınmamış rock gruplarını da getirmesini istiyor. Böylece, daha sonra Beyoğlu'nda birçok benzerini göreceğimiz bir yarı-amatör rock gruplarının ilk sahne aldığı yerlerden biri oluyor Bilsak. Bu arada, Yavaşoğullarından şunu da öğreniyorum. O kadar yıl önce, Bilsak'ta o günlerde ilk kez seslendirdikleri "Şeyh Bedrettin Destanı" bestesi, çok kısa bir süre sonra, bir Bulutsuzluk Özlemi albümü olarak yayınlanacak. Merakla bekliyorum.
Takvime bakmaya devam edelim. Sanat Panayırı var, bir tür sanatçı ürünleri pazarı, dönemi için bir ilk. Ve sol alt köşede, binadaki kafe ve yemek servisleri. İyi bir "kafe-bar" karışımı var ilk katta, sabah 10'dan itibaren günlük gazeteler, kahve, çay servisi ve 17'den sonra canlı müzik ile devam ediyor. Beşinci kattaki muhteşem manzaralı Lokantada ise hem öğle yemeği var hem de akşam servisi. Bu noktada devreye bir başka yenilik giriyor. Tuğrul Şavkay'ın hazırladığı gurme bir mönü bu, hiç de ucuz değil, ama manzara ve arasıra çalan Erkin Koray, Cem Karaca gibi sanatçıların müzikleri ile dönemi için bambaşka bir seviyede. Ekteki kupürden de göreceğiniz üzere, Cem Karaca sadece çalmıyor, söyleşiler de yapıyor Bilsak'ta, üç çok önemli söyleşisi var Karaca'nın Türkçe Pop üzerine, şu anda değil ama ilerde mutlaka yazacağım.
Bazılarınız ne var ki bu anlattıklarınızda diye düşünüyor olabilir. 1980'lerin başında İstanbul'da genellikle solcuların gittiği mekânlarda olmayan yepyeni bir hayat tarzından söz ettiğimi anlamamanız normal. Çünkü, örneğin, Tuğrul Şavkay'ın mönüsü ile Nevizadedeki meyhanlerin ya da Rejans gibi lokantalardaki mönülerin hiçbir benzerliği yok. Cazı geçtim, sol çevrelerde Bulutsuzluk Özlemi benzeri "yerli" rock müzikleri de dinlenmezdi. Aslında, yavaş yavaş MKA'nın önemi de şekillenmeye başlıyor. Bir "köprü-mekân" olarak düşünülebilir Bilsak, "sol" ile solcuların "burjuva" diye küçümsedikleri ama pek de bilmedikleri kültürün kesiştiği ve giderek melezleştiği bir "kültür merkezi". Solun "şehir kültürü" ile tanışması, onun sadece "burjuva" olmadığını, içinde muhalif unsurlar (rock müziği, cazın kölelik ile ilişkisi) da taşıyabildiğini farkettirmesi ve bence daha da önemlisi, o "burjuva" denen kültürün özellikle genç mensuplarına da "sol" kültürü açması. Demem o ki, Özal dönemi "depolitizasyon" döneminin siyasetten soğutulan gençlerini "şehirli" bir sol kültürle buluşturabilmesinin altı özellikle çizilmeli. MKA, bir "tarz-ı hayat"ı sola sunarken bir tarafın dönüşmesinden çok, iki tarafın bir araya gelmesini, buluşmasını hedefliyordu. Bu işin bir diğer önemli yanı, her iki tarafın da "sağır" olduğu konuları da Bilsak'ın tartışma, konferans sistematiğine dahil edebilmesindeydi. Örnekler mi?, Radikal Parti insiyatifi, ilk hâliyle çevre hareketi, müslüman dünyanın tartışmalı isimleri, en erken hâliyle LGBT tartışmaları, solda "revizyonist" olarak görülen ve tartışılmayan konular ve en radikalinden Feminizm sıkça konferans ve tartışmalarda öne çıkıyordu. Bu "sol demokrat" diyebileceğimiz ve asla sekter olmayan tavırdan tabii ki hoşlanmayanlar olacaktı, oldu da. Artık pek de bir önemi yok, bu konulardaki buzları Bilsak toplantıları çoktan paramparça etti.
Şimdi, biraz da Bilsak Caz Festivalinden söz edebiliriz. MKA ile ilgili biraz araştırma yapınca hemen anlaşılıyor ki caz onun özel ilgi alanlarından biriydi. Bilsak Caz Festivalinin ilk yılına, ilk iki yıl direktörlüğü yapan Emin Fındıkoğlu'na bakınca bu işe ne kadar önem verdiğini anlıyoruz. İyi kötü kendi kişisel tarihim nedeniyle de iyi biliyorum ki, 80'li yıllara kadar sol çevrelerde (batı kültürüyle az biraz tanışmış olanlar da dahil) caz müziği dinlenmezdi. Batılı rock müziklerini bilen dinleyenlerle tabii ki karşılaştım ama örneğin benim ODTÜ yıllarımda (1977 girişliyim) caz dinleyenler o kadar azdı ki. Yurtdışında olduğum 1980'li yılların ortasından itibaren, özellikle İstanbul'daki caz dinleyicisinin artışını, uzakta da olsam şaşırarak farketmeye başladım. Tabii, şimdi elimde Bilsak materyali de olunca hikayedeki taşlar yerli yerine oturuyor. MKA, aslında Bilsak Caz ile yeni bir caz dinleyicisi oluşumunda da önemli katkılar sağlamış.
Bu işi kotarırken en iyi gruplarla işe başlaması, Bilsak'ın yöneticisi olarak MKA'nın ve işin müzisyen mimarı Emin Fındıkoğlu'nun beğenisinin ne denli önemli olduğu da aşikâr. İlk festivale bakalım, kimler yok ki? John Abercrombie Üçlüsü, Dave Holland Beşlisi, Elvin Jones Beşlisi, sadece bu üç isim bile bir cazsever için bir hazine, henüz tanışmayanlar içinse müthiş bir "müzik tecrübesi". Türkiye'den katılanlar ise bir başka "aslar takımı": Emin Fındıkoğlu-Tuna Ötenel Dörtlüsü, Neşet-Nükhet Ruacan Altılısı, Önder Focan Altılısı. Daha sonra Emin Bey ayrılıyor (bu konudaki yazısı T24'de) ama nitelik asla azalmıyor, tercih daha "deneysel", avangart gruplara doğru kayıyor. Belki bunda MKA'nın zevki öne çıkıyor ya da belki bu grupların nispeten daha az maliyeti.
Tabii ki maliyet, hem festival gibi bir organizasyonda hem de Bilsak gibi bir merkezde en önemli meselelerden biri. Bu noktada da MKA önemli bir dizi çözüm üretiyor. O dönemki asistanı Zeynep Yerdelen'den öğrendiğim kadarıyla, sürekli sponsorluk arayışında MKA, sanırım hâlen bazı solcular için "sinir bozucu" bir çaba ama artık "normalleşmiş" bir pratik. İkinci gelir kaynağı ise daha da ilginç: Catering. Elinde Tuğrul Şavkay gibi bir danışman da olup nitelikli yemek işini öğrendikten sonra, Bilsak Catering ciddî bir gelir kaynağı olarak merkezi desteklemeye başlıyor. MKA, bu konularda da işbilir biri olmalı ki, örneğin AKM Fuaye alanının catering işini alabiliyor.
Bir başka farklı fikri, yazları azalan caz dinleyicisi ve lokanta müşterisini yakalamak için Yeniköy'de yazlık bir mekân açmak. Çok da başarılı oluyor. Şu anda İstanbul'daki pahalı boğaz restoranlarının sunduğu deniz servislerini icat ediyor. Kabataş'tan kalkan motorlar Bebek üzerinden Yeniköy'e gidiyor ve dönüyor. Yaratıcı birisi olduğu aşikâr olan MKA'nın bence en iddialı projesi en başından itibaren talip olduğu Sütlüce Mezbahası'nın yıkılıp yerine bir kültür kompleksi kurulması önerisiymiş. Bugünkü Haliç Kültür Merkezi'nden söz ediyorum. Dalan döneminde onu neredeyse ikna eden, mimarlara çizimlerini yaptıran, hatta etrafındaki mahalleye dair sosyolojik bir rapor hazırlatan MKA, beklenmedik bir biçimde Nuri Sözen seçimi kazanınca daha da hevesleniyor ama "malûm şarkı", Sözen ile hiç olmuyor.
Bir projeler, öneriler, hayaller adamı olan MKA, önce bir kalp krizi geçiriyor, ardından da bir felç. Daha sonra da kanser ve henüz 60 yaşındayken vefat. Ne yazık ki, "tek tabanca" mücadele eden birçok insan gibi hayatının son yılları hiç de huzur içinde geçmiyor ve Kaz Dağlarındaki evinde, yalnız ve yorgun bir hâlde hayate veda ediyor.
Son yıllarında neler yaşadığını anlamak için Mim Kaf Agayef ismiyle yayımlanan şiirlerine, "Nüzüllü Şiirler", bakılabilir. Hakikaten çoğu "nüzüllü" bir şiirler toplamı. Yazıyı hazırlarken o kitaptan bir şiir koymayı düşünmüştüm ama daha sonra aklıma, öldükten sonra bilgisayarında bulunan son dosya geldi.
"Vasiyeti" de denebilecek, içinde bir şiir parçası da olan o metni biraz kısaltarak sunmanın daha doğru olacağını düşündüm. Bitirirken Mustafa Kemal Ağaoğlu gibi kesinlikle "sıradışı" ve biraz da "ayrıkotu" insanların önemine tekrar dikkat çekmek istiyorum. Bu insanlar sadece önemli değil çok da nadir.